ºÝºÝߣ

ºÝºÝߣShare a Scribd company logo
TASAVVUF’UN
  TEMEL
KAVRAMLARI
• AKL: Arapça men', hacr ve nehy manasınadır, insandaki
  idrak kabiliyetine verilen addır. İslam'da dinin emirlerine
  uymak, yasaklarından kaçınmak için insanda akıl ve
  ergenlik şarttır. Eskilerin tarifiyle akıl, zatında maddeden
  mücerred, fiilinde maddeye bitişen bir cevherdir. Akıl,
  nefs-i natıkadan ibaret olup, her ferd ona "ben" demekle
  işaret eder. Bir görüşe göre akıl, kalpte hak ile batılı
  ayırdeden bir nurdur. Diğer bir görüşe göre, insan
  bedenine yönetmek, tasarruf etmekle bağlı soyut bir
  cevherdir. Yine bir farklı görüşe göre akıl, nefs-i
  natıkanın bir kuvvetidir.
• Bir tarife göre, akıl başka, nefs-i natıka başkadır.
  Çünkü kuvvet, kuvvet sahibine göre, bir emr-i
  mugayirdir (başka bir şeydir). Gerçekte işi yapan
  nefs-i natıkadır. Akıl, kesme işi yapan kişinin
  elinde bıçak gibi bir âletten ibarettir. Bir görüşe
  göre de akıl, vesveselere kapılıp şehvetlere
  dalabilir. Fakat arif olan, yani "nefsini bilen
  Rabbini bilir" fehvasınca kendisini acz ile,
  noksan ile, isyan ve zaaf ile bilen, anlayan kiÅŸi,
  Rabbisine sığınarak aklını doğru yola
  yönlendirebilir. "Akıl attır, dizgini arif elinde"
  atasözü bunu dile getirir.
• İnsan zayıf ve bencil yaratılmıştır, aklına güvenen çok
  defa yanılır. Hatta bu yüzden sufiler, ileriyi, ahireti
  düşünen akla "akl-ı ma'ad" sadece dünyayı düşünen
  akla da "akl-ı ma'aş" adını vermişlerdir. Daha doğrusu,
  akla, bu iki yönelişi açısından, bu iki ad verilmiştir.
• Çeşitli ihtimaller karşısında, aklı olgun kişilerin hemen
  hepsi bir kararda birleşirler. Bu da "akıl için yol birdir"
  atasözüyle belirtilir. "Akılla nefs birbirine düşmandır"
  atasözü de, aklın daima iyiyi, güzeli, hayrı seçeceğini;
  nefis denen ve insanı bencilliğe götüren, şehvete
  kaptıran, kötülüğe sevk eden isteğinse, ona zıt harekette
  bulunacağını anlatmaktadır.
• "Akılla yol alınmaz", çünkü manevî yol, insanı
  yokluğa götüren, izafi ve geçici varlığı terk
  ettiren, iradesini Allah'ın iradesine bıraktıran yol
  olup o yolun duraklarını akıl bilmez. Akıl,
  yaşadığımız şu sonlu varlık âlemini
  düzenlemeye çalışır. Onun sonsuz âlemden
  haberi yoktur. Akla uyan, mana yoluna
  ulaşamaz. Bu sebeple sufiler, "Akıl, erlerin ayak
  bağıdır" derler. Aynı mealde olmak üzere
  Mevlana Celaleddin-i Rumi de
• Aklı, Mustafa'nın önünde kurban et
• Allah bana yeter de ki, Allahım yeter!
• Ancak, akılla kalbin bir manada kullanıldığı da
  görülür. Gazali idrak edici özelliğiyle aklı, kalble
  karşılar. Yine Gazali aklı, kalbde bulunan ilim
  olarak görür. Bazı Mutasavvıflar, Cebrail'e, ruh-ı
  a'zama ve arş-ı mecide, akl-ı evvel adını verirler.
• AKL-I EVVEL: Uluhiyyet mertebesi.
  Vücud bu mertebede kendisindeki sıfat ve
  esmayı mücmel olarak bilir. Bu mertebeye
  "vahdet-i hakiki", "teayyün-i evvel", "ilm-i
  mutlak", "tecelli-i evvel", "kabiliyyet-i
  evvel", "âlem-i vahdet", "hakikat-ı
  Muhammediyye" gibi isimler de verilir.
• AKL-I KÜL: Allah'ın kudretinden ilk evvel
  ortaya çıkan akıl. Arş-ı azam, Cebrail,
  Hazret-i Muhammed (s)'in nuru.
• AHVAL: Arapça hal kelimesinin çoğuludur,
  haller demektir. İçinde bulunulan zaman veya
  durum demek olan hal, sûfiyye terimi olarak,
  kendiliÄŸinden, kesbsiz kalbe doÄŸan mana,
  cezbe, baygınlık, coşkunluk demektir. Makam ile
  hal arasında bazı farklar vardır :
• 1. Hal çalışmadan elde edilir vehbîdir, makam
  çalışılarak elde edilir, mekasib türündendir.
• 2. Makam sahibi makamında kaim ve
  mütemekkin, hal sahibi ise halinde mütehavvil ve
  mütelevvindir.
• 3. Hal çift çift gelir : kabz ve bast fena ve beka,
  sekr ve sahv gibi. Makamlar tevbe, tevekkül,
  teslim gibi ferd ferd teşekkül eder.
• Kaynaklar bu konuda şu izahı yapar : Hal şimşek
  gibidir. Parlar ve derhal kaybolur. Bazı sufiler,
  haller baki ve devamlı olursa hal değil nefsin
  sözü olur, demişlerdir. Diğer bir takdire göre
  haller, isimleri gibidir, yani haller kalbe gelirler ve
  derhal yok olup giderler. Sıfat mevsufla kaimdir.
  Kul, bulunduğu makamın şartını yerine
  getirmeden bir üst makama yükselemez, çünkü
  kanaati olmayanın tevekkülü, tevekkülü
  olmayanın rızası yoktur. Hal, kulun cehd ve
  gayreti ile olmayıp, kalbine gelen sevinç, üzüntü,
  genişleme (bast) ve sıkılma (kabz) vs. gibi ruhi
  hallere denir. Haller Allah vergileridir. Makamlar,
  kulun cehd ve gayretine bağlıdır.
• Makam sahibi makama sağlamca yerleşmiştir.
  Hal sahibi ise halden hale yükselir. Eğer haller
  birbiri ardınca gelmez ve devamlı olmazlarsa
  onlara "levaih" ve "bevadih" denir. Hal, bazan
  insana haz verir, fakat gelip geçicidir. Yani
  "tavarık" tırlar. Hz. Peygamber (s), bir halden bir
  hale yükselmekteydi. Makamların gerektirdiği;
  karar ve sebat, halin gerektirdiği ise; geçiş ve
  ilerlemedir. Haller amellerin mirası ve neticesidir.
  Ahval, dini his ve heyecanlar manasına da
  gelmektedir. Hal vehbî, makam kesbîdir, denilir.
  Her makamın başlangıç ve bitiş noktaları vardır.
  Bu ikisi arasında bir çok haller vardır. Her
  makama ait bir ilim ve her hale ait bir iÅŸaret
  vardır.
• MAKAM: Mukam şekliyle okunursa, oturulan, ikamet edilen yer,
  makam olarak okunursa, ayağın bastığı yer, topluluk, oturulan yer,
  vs. gibi anlamları bulunan Arapça bir kelime, ism-i mekan. Velilerin
  mezarlarına veya hatıralarını taşıyan yerlere bu ad verilir. Makâm-ı
  ibrahim gibi. Mevlânâ'nın türbesinin girişinde bu manada olmak
  üzere şöyle bir beyt vardır:
• Ka'betü'l-Uşşâk bâşed în makam
• Her ki nakıs âmed încâ şod temam.
• Yani:
• Bu makam âşıkların Ka'be'sidir.
• Buraya noksan gelen tamam olur.
• Mezarı Aksaray'da olan Somuncu Baba'nın Darende'de makamı
  vardır.
• Birisi, bir başka yerde vefat ederse, memleketinde veya hatırasını
  taşıyan bir yerde, ruhuna Fatiha okunmak ve onu anmak üzere
  yapılan merkada "Makam" denir. Bektaşîlerde, ocak, baba postu,
  gayb erenleri postu gibi makamlar vardır.
• Yine bir tanıma göre makam şudur: Kulun
  tekrar etmek suretiyle kazandığı ve
  kendisinde özellik haline getirdiği edebler
  ve ahlâk veya kulun riyazet ve mücehede
  ile ulaştığı dereceye makam denir. Haller
  vehbî (yani Allah vergisi iken), makamlar
  kesbî (yani kulun çabasıyla)dır. Hal geçici,
  makam süreklidir. Kâşânî, içinde
  bulunulan bir makamın hakkı yerine
  getirilmediÄŸi takdirde, kulun
  yükselemeyeceğinden bahseder.
• MA'RİFET: Arapça'da bilgi anlamına bir söz. Tasavvufta,
  dört kapı da denilen dört mertebe vardır: 1- Şeriat, 2-
  Tarikat, 3- Hakikat, 4- Ma'rifet. Åžeriat olmadan tarikat,
  hakikat ve ma'rifet olmaz, her şeyin başı, şeriatı yani
  islâm dinini iyi yaşamaktan geçer, islâm'ı yaşama ve
  anlamada, takva boyutunda olmak üzere derinleşme
  sonucu, bu mertebeler teşekkül etmiştir. Bu durumda,
  herkesin normal gündelik kurallara uyarak yaşadığı
  islâm'a şeriat; dinde biraz takva cihetine ağırlık
  verenlerin yaşadığı ve ulaştığı inceliğe tarikat; takva ve
  verada titizlikle varılan sonuca, hakikat; ve nihayet bu
  yaşamanın, mânâ açısından kişide ifade ettiği bilgi
  planındaki sonuca ma'rifet denir ki, meydana gelişi,
  yaşamakla sıkı sıkıya irtibatlıdır. Bunlardan ilki avama,
  ikincisi havassa aittirdirler. Hacı Şa'ban Velî bu dört
  mertebeyi şöyle anlatır: Şeriat beden için, tarikat kalp
  için, hakikat ruh için, ma'rifet Hakk içindir.
• Marifetin, sırra ait olduğunu söyleyenler de vardır, ilim ile
  ma'rifet bir imiş gibi gözükmesine rağmen, aralarında
  ince bir fark vardır: ilmin zıddı cehil iken, ma'rifetin zıddı,
  inkardır. İlim kesbî iken, ma'rifet vehbîdir. Hafnî de, bu
  konuyu şu şekilde açıklar: Kul, Allah'ı sıfat ve isimleri ile
  bilir, Allah'la arasındaki kulluk muamelesinde ciddi,
  samimi ve doğru olur, sonra kötü ahlâkını düzeltme
  yoluna gider. Hakk'ın kapısından sürekli olarak ayrılmaz,
  yani kalbi ile sürekli itikâf halindedir (yani ihsanı yaşar).
  Sonra kendisine hatıralar gelir, sürekli içten Allah ile
  münâcât (söyleşi, yalvarı) halinde olur. Allah tarafından
  kalbine gelen sırlardan bahseder, işte bu durumda olan
  kiÅŸiye arif ve bu kiÅŸinin bilgisine de ma'rifet denir.
  Nefsinin kötülüklerinden ne denli uzak olursa, Rabbi
  hakkındaki ma'rifeti, o denli artar. Bir kimsede ma'rifetin
  meydana geldiÄŸinin belirtisi, o kiÅŸide Allah'dan heybetin
  zuhur etmesidir. Ma'rifeti fazla olanın, heybeti fazla olur.
  Bazıları da ma'rifeti fazla olanın sekîneti fazla olur,
  demiÅŸtir.
• MA'RİFET-İ NEFS: Nefsi bilmeyi ifade eden Arapça bir
  söz. Bu "men arefe nefsehû fekad arefe Rabbehû"
  ifadesiyle bildirildiği gibi, insanın Rabbini bilmesi, önce
  kendisini bilmesine bağlıdır. Nefisten hareketle, Allah'a
  ulaşmanın, çeşitli âyetlerde destek gören bir yanı vardır:
  "Ufuklarda ve kendi nefislerinde âyetlerimizi göstereceğiz
  ki, onun gerçek olduğu onlara iyice belli olsun..."
  (Fussilet/21). "Ve nefislerinizde olanı görmüyor
  musunuz?" (Zâriyât/21). İnsanda Allah tarafından
  üfürülmüş (menfûh) bir ruh vardır. Bu da Rab'den bir
  emirdir. Bu ruhun insan bedenindeki faaliyeti sonucu,
  içgözlem veya enfusî seyr ile onun ait olduğu yer
  hakkında, ma'rifet denilen bir tür bilgi husule gelir.
  İnsanın hakikati olan bu ruh, arifane bilme ile bilinirse,
  onu üfleyene ait bilgi de, otomatikman ortaya çıkar.
• MA'RİFETULLAH: Allah'ı bilme, Allah
  bilgisi anlamında Arapça bir tamlama.
  Allah'ın varlığının ve birliğinin bilinmesini
  ifade eden bir tabirdir. Kulun Allah'ın
  sıfatlarını, esmasını düşünmesi vâcibdir.
  O'nun yüceliğini, kendisinin âciz ve sonlu
  bir varlık olduğunu şuûrî seviyede
  anlamak ve kulluÄŸun esprisine ulaÅŸmak,
  her mü'minin görevidir.
• KALB: Arapça, bir şeyin altını üstüne getirmek,
  çevirmek, vs. gibi anlamları ihtiva eden bir kelimedir.
  Biyolojik ve anatomik olarak insan göğsünün sol
  tarafında bulunan çam kozalağına benzeyen bir et
  parçasıdır. Ana rahminde, insan varlığının jinekolojik
  oluşum sürecinde meydana gelen (gebeliğin üçüncü
  haftasının sonunda) ilk organdır. Tasavvufî olarak kalb;
  insanın mahiyeti, madde ile mânânın birleştiği yer, akıl,
  ruh, Allah'ın tecellî ettiği mahal, İlâhî latîfe gibi çok yönlü
  manaları ifâde eder. Biyolojik manadaki kalb, insanda
  olduÄŸu gibi, hayvanlarda da bulunur. Ä°kinci anlamdaki
  kalb ise, sadece insanda bulunur ve insanı hayvandan
  ayıran özelliktir. Molla Camî, Fusûs Şerhi'nde kalb;
  mizacı kuvvetler ve cismanî gerçekler ile ruhanî
  gerçekler ve nefsanî gerçekler arasını bir araya getiren
  (cem eden) hakikatdır, der.
• Mutasavvıflara göre; manevî kalbin maddî kalbe
  bir nevi taalluku (bağlantısı) vardır. Ve bu kalp,
  insanın hakikatidir. Bu latîfe, idrâk edicilik ve
  bilicilik özelliklerine sahiptir. Muhatab, mütâleb
  ve muâteb olan işte budur. Türkçe'de kalbe,
  gönül denir. Can tabiri de kullanılır. "Kalbe
  bakıcı": Bayramî melamîlerinde, irşada izinli
  kişilere verilen addır. Kalple ilgili bazı atasözleri
  şu şekildedir: Kalp bir sırça kadehtir, çabuk
  kırılır. Kalp kalbe karşıdır. Kalpten kalbe yol
  vardır.
• Fukara kalbine her kim dokuna
• Dokuna sinesi Allah okuna
• La edrî
• NEFS: Arapça bir kelime olup çok sayıda
  manaları ihtiva eder: Ruh, akıl, insanın bedeni,
  ceset, kan, azamet, izzet, görüş, kötü göz, bir
  ÅŸeyin cevheri, hamiyyet, iÅŸkence, ukubet, arzu,
  murad. Tasavvufî olarak Kâşânî'nin ifâde ettiği
  gibi, kendisinde iradî hareket, his, ve hayat
  kuvveti bulunan latîf buharlı bir cevherdir.
  Kötülüğü emreden manasında anlaşıldığı gibi,
  Allah tarafından insana üflenen ve ruh-i
  Rahmânî, ilâhî ben mânâsına da kullanılmıştır.
  Hakîm Tirmizî bunu şöyle tanımlar: O, hayvanî
  ruhdur, kalb (nefs-i natıka) ile beden arasında
  vâsıtadır. Kendisine, Kur'ân-ı Kerim'de
  mübareklik özelliğini taşıyan, şarka ve batıya ait
  bulunmayan ağaç olarak işaret edilir. (Nur/35).
• Bu kelime, Kur'ân'da sekiz ayrı manada kullanılmıştır:
• 1. Zâtullah manasına: Tâhâ/41, Al-i imran/28, En'âm/12,54,
  Mâide/116.
• 2. insan ruhu: Fecr/27, En'âm/93, Zümer/42.
• 3. Kalp, sadır vb. manalar: Al-i imrân/154, A'râf/205, Yusuf/77,
  Bakara/77, 109, 235, Nisa/113, En'âm/158, Yunus/100, Enbiyâ/64,
  Nemi/14, Fussilet/53.
• 4. insan bedeni: Al-i İmrân/146, 185, Enbiyâ/35, Ankebût/57, isrâ/33,
  Yusuf/26, 30, 61.
• 5. Bedenle bareber ruh: Bakara/286, En'âm/152, Yunus/23, 30, 44,
  49, 54, Ra'd/11, 42, isrâ/7, Tâhâ/15, Ankebût/6, Zümer/70,
  Mü'min/17, Câsiye/15.
• 6. insana kötülüğü emreden kuvvet manasına: Yusuf/18, 53,
  Tâhâ/96, Mâide/30.
• 7. Zât manasına: Bakara/48, Lokman/28, 34, Müddesir/38.
• 8. Cins manasına: Tevbe/128, Rum/28, A'râf/188, Şûra/11.
• Türkçemizde bu kelime çeşitli şekillerde
  kullanılmıştır:
• Nefsine hâkim olmak: Arzu ve isteklerine
  veya öfkesine hakim olmak, sabretmek
  demektir. Nefisle mücadele, dünyevî
  muharebeden güçtür: Burada, Tebûk
  seferinden dönen Hz. Peygamber (s)'in
  "Küçük cihaddan, büyük cihada (Ramazan
  ayındaki oruç) döndük" sözlerine telmih
  vardır. İnsanın nefsini terbiye etmesinin,
  kontrol altında tutmasının zor olduğuna,
  bu söz ile işaret edilir.
• Nefsini bilen Rabbini bilir: Bu sözün, hadis olması
  hususu tartışmalıdır. Ancak sûfîler, bu ifadeyi sık sık
  kullanırlar. İnsanın, kendisi üzerinde düşünmesini tavsiye
  eden çeşitli âyetler vardır. Bu, âyetler, âfâk denilen dış
  dünya hakkında düşünerek Hakk'a ulaşmanın mümkün
  olduğunu gösterdiği gibi, enfüs denilen iç dünya üzerinde
  de düşünerek aynı sonuca varılabileceğini gösterir.
  Gölpınarlı bu ifâdeyi, şu şekilde açıklamıştır: "Nefsini
  bilen, yani, kendisini acz ile, noksanlıkla, bilgisizlikle,
  yoklukla bilen, Rabbisini bilir, yani Rabbisini kudretiyle,
  yüceliği ve kemâliyle, bilgisiyle, varlığıyla bilir".
• Bilmek istersen seni
• Can içre ara canı
• Geç canından bul ânı
• Sen seni bil sen seni.
• Hacı Bayram Velî
• NEFS-İ EMMARE: Emredici nefs anlamına
  Arapça bir tamlama. Kâşânî, bu nefsin, bedenî
  tabiata meylettiğini, lezzet ve hissî şehvetleri
  körüklediğini söyler. Yani kalbi, ulvî değil, süflî
  (aşağılık, alçak) şeylere celbeden şeye nefs-i
  emmâre denir.Yusuf suresinin 53. âyeti
  kerimesinde bu nefse iÅŸaret edilmiÅŸtir: "Ben
  nefsimi temize çıkarmıyorum, zira nefis,
  kötülükle emredicidir..." Nefs-i emmâre, şer
  yuvası, kötü fiillerin, yerilmiş ahlâkın kaynağıdır.
• Nefs-i emmâreye uymak ne hatâ.
• Heb ânındır bu emmârât-ı hevâ.
• Sünbülzâde Vehbî
• NEFS-İ KUDSİYYE: Kutsallaşmış nefis
  anlamında Arapça bir söz. Buna ilâhî nefis
  de denir. Yakinî bir şekilde, kemâlâtın
  tamamını veya büyük bir kısmını hâiz
  olma melekesini elde etmiş yüce nefse,
  kudsî nefis denir.
• NEFS-İ KAMİLE: Arapça, olgun nefis
  demektir. Tasavvufî olarak, bütün olgunluk
  özelliklerini elde etmiş, irşâd durumuna
  geçmiş nefse, nefs-i kâmile denir. Buna,
  bir bakıma, nefs-i kudsiyye, nefs-i sâfiyye
  ve nefs-i zekiyye de denebilir.
• NEFS-İ LEVVÂME: Kınayıcı nefis anlamına Arapça bir
  ifâde. Tasavvufî olarak, bir parça kalbin nuru ile
  nurlanmış, o nur ölçüsünde uyanıklık kazanmış nefistir.
  Levvâme sıfatını alan nefis, yaptığı kötü işlerin
  farkındadır, yani, gafletten bir parça sıyrılmıştır. Bu
  yüzden kendisini kınar, onları yapmak istemez. Ancak
  yeterince olgunlaşmadığı için onları yapmaya devam
  eder. Bununla birlikte, bir takım iyileşmeler mevcuttur.
  Yüce Allah'a doğru seyreden (ilallâh) nefsin yeri, Berzah
  âlemidir. Sevgi halinde bulunur, Hz. Peygamber (s)'in
  davranışlarını örnek alır. Levvâme'de, nefsin bazı
  sıfatları aynen bulunur, iyileşme, kötü olan yönün
  eleştirilmeye başlanmasıdır. Bu durumda, Kur'ânî
  emirlere saygı ve bağlılık artmıştır. Namaz, oruç, sadaka
  vermek gibi salih amellerde fazlalaşma görülür.
  Amellerini Allah için yapar, ancak bunun böyle olduğunu,
  halkın da bilmesini ister. Artık nefis bu vasfıyla
  tevbekârdır.
• NEFS-İ MARDIYYE: Arapça, hoşnut olunan
  nefis, kendisinden razı olunan nefis anlamına
  gelir. Allah bu nefisten razıdır. Nefsin altıncı
  makamıdır. Bu vasfa kavuşan nefis; beşerî
  istekleri terk etmiş, güzel huylu olmuştur.
  Kusurları affeden, güzel düşünen, şefkatli, eli
  açık, insanları sırf Allah için seven, hassas, ince
  düşünceli, nefis muhasebesini en iyi şekilde
  yapan, herkeste bulunmayan güzel meziyetlere
  sahiptir. Bu nefis, Allah'ın izin verdiği kadarıyla,
  Allah tarafından bazı gayb sırlarına vâkıf olur.
  Bunlar, Allah'ın ona ihsanıdır".. Ben onun işiten
  kulağı, gören gözü, söyleyen dili, tutan eli
  olurum..." kudsî hadisinde anlatılan kişi, budur.
  Allah'ın izniyle başka şahıslara tesir edebilir.
  Bkz.: Fecr/28.
• NEFS-İ MUTMAİNNE: Doyuma, huzura, rahata
  kavuşmuş nefis anlamına Arapça bir ifâde. Bu
  nefis; kötü sıfatlardan sıyrılmış, güzel ahlâk ile
  ahlâklanmıştır. Kaşanî bunu, kalbin nuru ile
  aydınlanıp, kötü huyları silinmiş nefis, diye
  tanımlar. Bu nefis, ibâdetlere devam ile
  kudsiyyet âlemine yönelmiştir. Fecr suresinin
  son âyetlerinde bildirilen ve "Cennetime gir"
  hitabına mazhar olan nefis budur. Bu vasfa
  sahip nefsi, bazı kaynaklar şu şekilde tarif
  ederler: "Nefis, İlâhî emirler altında sakin ve
  şehvetlere karşı çıkarak ızdıraptan kurtulursa
  mutmainne olur".
• Bu nefsin dördüncü makamıdır. Bu makamda
  nefsin üzüntüleri "yâ eyyetühe'n-nefsü'l
  mutmainneh" hitabı ile son bulmuş, kalp her
  ÅŸeyden emin olmuÅŸtur. Allah'a doÄŸru giden bu
  nefis sahibinin kalbi, tam ve gerçek bir inanışa
  sahiptir. Şeriatın bazı sırlarını elde etmiş,
  cömertlik, doğruluk, yumuşak gönüllülük, güler
  yüzlülük, tatlı dillilik gibi güzel sıfatları
  kazanmıştır. Daima tevekkül, tefvîz, teslim,
  sabır, rızâ halleri içindedir. Kalbi, her an huzur
  ve sükûn içinde, şükür ve sena eder, kusurları
  örter, hataları bağışlar, islâm'ın emirlerinden
  zerre kadar ayrılmaz. Hz. Peygamberin ahlâkını
  güzel bir şekilde yaşar ve bundan zevk alır.
  Allah'ın izniyle, bir takım keşif ve ilhamlara
  sahiptir (Bkz. Fecr/27).
• NEFS-İ MULHİME: ilham ve keşfe nail olan
  nefis, iyiyi kötüden ayıran irâdeye, nefs-i
  mülhime denir. Bu, nefsin ulaştığı üçüncü
  makamdır. Bu, bir iyileşme derecesidir. Artık
  nefis, sevabını ve günahını Allah'ın yardımı ile
  bilmektedir; bu sebeple,
• Allah'tan gayrı herşeyden uzaklaşır. Ruhlar
  âlemine yönelen bu nefis, aşk hali içindedir, ilmi
  sever, cömerttir, kanaatkar ve mütevazidir. Sabır
  ve tahammül gücü artmıştır. Müsamahakârdır,
  zahmete ve işkenceye katlanır. Kainatın sırrına
  hayran kalır, halkı terkedip Hakk'a yaklaşır. Sözü
  güzel ve hikmetli olur.
• NEFS-İ NATIKA: Arapça, konuşan nefis anlamına gelir. Zâtında
  maddeden sıyrılmış, ancak, yaptığı işte, maddeye bitişik olan bir
  cevherdir. Feleklerin nefisleri de böyledir. Akıl'a da, nefs-i natıka
  denir.
• NEFS-İ RÂDIYE: Arapça, razı olan, hoşnud kalan nefis demektir.
  Rızâ makamına eren nefis. Bu durumdaki nefis, kendi irâdesinden
  vazgeçip Hakk'ın irâdesine tâbi olur. Hiç bir şeyden şikâyet etmez.
  Nefsin olgunluk yolundaki beşinci makamı, râdıye'dir. Nefs yerilmiş,
  beşerî özelliklerden kurtulup, fenâ'ya ulaşmıştır. Artık o, emir ve
  yasaklara tam olarak uyar. Kendinde güzel ahlaklar zuhur eder.
  Zaman zaman, Allah'ın isimleri ve sıfatlarının tecellîsine mazhar
  olur. iyilikler onun şahsiyetidir, Hakka'l-yakîn mertebesine ulaşmıştır.
  Bkz.: Fecr/28.
• NEFS-İ RAHMANÎ: Rahman'a mensub olan nefise denir. Buna
  kudsî ve İlâhî nefis de denir.
• NEFS-İ SÂFİYYE: Arınmış nefis anlamına Arapça bir ifâde. Nefs-i
  kâmileye, nefs-i sâfiyye diyenler de vardır.
• RUH: Arapça, ruh, nefs, Cebrail vs. gibi
  anlamları olan bir kelime. Kaşanî, bunu
  mücerred (soyut) insan latifesi olarak tanımlar,
  el-Bennacî ise ruhu, "histen daha latif bir cisim
  olup ona dokunulmaz, insanların büyük
  çoğunluğu onu anlamaz" diye tarif eder. Ibn Ata,
  Allah'ın, ruhu cesedlerden önce yarattığı
  kanaatindedir. BaÅŸka bir grup da, ruhu, yoÄŸun bir
  alandan ortaya çıkmış bir latife olarak
  değerlendirir. el- Kahtabî ruh, Kün zilleti altına
  girmemiÅŸtir, zira diridir, diyerek, onun halk deÄŸil
  de emr âlemine ait olduğuna işaret etmek ister.
• Ruh genelde üç noktada ele alınmıştır:
• 1- Hareketin temeli (ma bihi'l-hareke) : Maddenin
  mukabili, yani kuvvet. Madde veya kuvvet, madde veya
  ruh denildiği zaman bu anlaşılır. Bu, ruhun en genel
  manasıdır. Bu bakımdan ele alınırsa, elektrik başta
  olmak, üzere, harekete geçirici her kuvvet, bir tür ruh
  olarak deÄŸerlendirilebilir.
• 2- Hayatın temeli (Ma bihi'l-hayat) : Hayat gücü, geniş
  manasıyla bu hayat, bitkisel hayatı içine alır. Bu
  bakımdan, bütün bitkiler için, ruh tabiri kullanılması
  vakidir.
• 3- İdrak'ın temeli (Ma bihi'l-idrak) : Bu da, insanî hayatla
  sonuçlanan hayvanî hayattır. Bu ruh, bitkisel ruhtan da
  özeldir. Ruh bu tavrıyla en yüksek zirvesine ulaşmıştır.
  Bu ruha, ruh-ı insanî denmiştir, ilim irade, kelam, ta'akkul
  (akletmek), marifet, basit vicdan vs. gibi bütün şuur
  olayları, işte bu, ruh-ı insanîde ortaya çıkar.
• Ruh hakkında çok şeyler söylenmiş olmakla
  birlikte, o, az bir grup hâriç, küçük veya büyük
  kıyamete kadar bir varoluş sırrı şeklinde
  hayatiyetini sürdürecektir. Allah'tan üfürülen ruh,
  ölümle maddî bedenden ayrılır. Mevlanâ'nın
  dediği gibi, ruh, maddî bedene bir iple, boyun ve
  enseden bağlanmıştır. Azrail bu ipi kesince
  bedenin hayatiyeti sona erecek, ruh kendi aslına
  (Rabba), beden de kendi aslına (toprağa)
  dönecektir. Ruh ile ilgili bir dua, atasözü şeklinde
  söylenir : "Ruh-ı revanı şad ü handan olan": Yani
  ruhu ahirette mutlu sevinçli olsun. Kötü kişilerin
  ardından da, "ruh-ı revanı baldıran (zehir) ola"
  denir.
• RUH-I A'ZAM: Arapça, en büyük ruh demektir.
  Rububiyyeti bakımından, ilâhî zat'ın zuhur yeri
  (mazharı) olan ruh-ı insanîden ibarettir. Onun
  künhünü, Allah'tan başkası bilemez. Ruh-ı
  Azam'a, akl-ı evvel, hakikat-ı Muhammediyye,
  nefs-i vahide, hakikat-ı esmaiyye gibi isimler de
  verilir. Allah'ın, kendi sureti üzere halkettiği ilk
  varlık (mevcut) budur. Bu, en büyük halifedir.
• RUH-I EMİN: Arapça, güvenilir ruh demektir.
  Cebrail (a)
• RUH-I İNSANÎ: Arapça, insana ait ruh demektir,
  insandaki ruh için kullanılır. Ruh-ı hayvanîye
  binmiÅŸ olarak insanda mevcut olan latifedir,
  müdrik bir bilicidir, insanî ruh, emir âleminden
  inmiştir. Akıllar bunun mahiyetini bilmez.
• SEYR: Arapça, yürümek, gezmek, gitmek demektir.
  Allah'a ulaşmak üzere yapılan manevî yolculuğa, seyr
  denir. İki türlü seyr vardır: 1) Seyr-i Nuzûlî: Mukayyed
  vücûd (varlık)'un ortaya çıkması için mutlak vücud
  (varlık)'un seyri. Bu ehadiyet'in imkan mertebesine,
  mutlakın mukayyede, küllün (bütünün) cüz'e (parçaya)
  inişidir. 2) Seyr-i Urûcî: Mukayyedin mutlakda yok olmak
  üzere yaptığı seyir. Cüz'ün, külle seyri. Buna seyr-i şuurî
  de denir. Bu seyr, insan mertebesinden Mutlak'a
  kadardır.
• SEYR ANİ'LLAH: Arapça, Allah'tan seyr demektir.
  Sülûkun dört mertebesinden, dördüncüsüdür. Buna
  "telvin ba'de't-temkin" (temkinden sonra telvin) denir. Bu
  seyir vahdet (birlik)'ten, kesret (çokluk)'e doğrudur.
  Bundan gaye, Hak'dan halka terbiye ve irşâd için
  dönüştür. Bu yüzden, seyr-i anillaha "beka ba'de'l-fenâ",
  "sahv ba'de's-sekr" veya "fark ba'de'l-cem" de denir. Bu
  durumdaki kişi, vahdette kesreti, kesrette vahdeti görür.
• SEYR Fİ'LLAH: Arapça, Allah'da seyr demektir. Manevî
  yolculuğun dört basamağından ikincisidir. Buna sefer-i
  sâni (Cem') de denir. Allah'ın sıfatlarıyla muttasıf,
  isimleriyle mütehakkık, ahlakullah ile ahlaklanmak, ufuk-ı
  âlâya ulaşmak, bütün bedenî özelliklerinden kurtulmak,
  seyr-i fillah'ı tanımlar. Bu seferin nihayetinde, sâlike
  vücûh-ı âlemden perdelerin kalkıp, ilm-i ledünnînin
  keÅŸfolunduÄŸu kaydedilir.
• SEYR İLA'LLAH: Arapça, Allah'a doğru yolculuk
  yapmak demektir. Sülûkun dört mertebesinden ilki. Sâlik
  zikrederek Allah'a urûc (yükselme) yoluyla hareket eder.
  Bunun sonu, velayet-i suğra (küçük velilik) olup buna
  "fena fillah" denir, iki tür seyr-i ila'llah vardır. 1) Seyr-i
  afakî, buna suluk adı verilir. 2) Seyr-i enfüsî ki, buna da
  cezbe denir.
• SEYR MAA'LLAH: Arapça, Allah ile seyretmek
  demektir. Dört basamaklı seyr-ü sülûk'un üçüncü
  basamağı. Buna "sefer-i sâlis" veya "fark ba'de'l-
  cem" denir. Bu mertebede ikilik kalkar. Buna,
  "makâm-ı Kabe kavseyni ev ednâ" adı
  verilmiştir. Seyr maallah'ın sonu velayettir.
• SEYR Ü SÜLÜK: Arapça, gitmek ve girmek
  demektir. Bir ÅŸeyhin nezaretinde, Allah'a vuslat
  için çıkılan manevî yolculuk. Seyr ü sülûk'un dört
  mertebesi vardır. 1) Seyr ilallah, 2) Seyr fillâh, 3)
  Seyr maallah, 4) Seyr anillah.
• SÜLÜK: Arapça, yola girmek, yol almak demektir. Bir şeyhe
  bağlanan kişinin, belli bir metodla, Allah'a doğru, yani kemalâta
  doğru iç (manevî) planda yaptığı yolculuğa sülük denir. Süluk'un
  sonunda "Allah'ı sevmek" tefekkürü (murakabe-i muhabbet) verilir.
  Ondan sonra "fena" ve "beka" gibi haller ortaya çıkar. Bir kul, en
  mükemmel varlık olan Allah (c.c) olmayacağı için, gerçek manada
  sülûkun sonu yoktur. Eşrefoğlu Rumî resmî sülûkunu bitirince,
  kayınpederi Hacı Bayram Veli (k)'ye "varmamız gereken manevî
  kemâlâtın sonu bu mudur?" deyince, şu karşılığı alır: "Bir velinin, bin
  yıl ömrü olsa ve bu süre içinde sülûka devam etse, peygamberlerin
  topuğuna bile varması imkansızdır." Peygamberimizin (s) Allah (c)'a
  en fazla yaklaşan beşer varlığı olarak, Miraç Gecesi'nde, kendisiyle
  Rabbisi arasında Kabe Kavseyn (iki kaşın arası) kadar bir mesafe
  bırakılmıştır. Eğer o mesafe de olmasaydı, Peygamberimiz Allah'la
  ontolojik manada birleşmiş olacaktı ki bu takdirde (hâşâ) Allah
  olması gerekirdi. Bu ise muhaldir, mümkün değildir. Zira "vema hüve
  illa beşer" (Mü'minûn/24) O, ancak bir beşerdir.
• TEVHÎD: Arapça, birleşmek demektir. Cürcanî, Allah'ın
  zâtını, akılla tasavvur olunan, zihni olarak hayal
  edilebilen herÅŸeyden uzak tutmak, diye tarif eder. Yine
  ona göre, tevhîd üç şeyde olur: 1. Allah'ı rubûbiyetle
  tanımak, 2. Vahdaniyetle ikrar etmek, 3. Eş ve benzer
  olanları O'ndan nefyetmek iki çeşit tevhid vardır: 1.
  Kusûdî tevhîd : Sadece Allah'ı kastetmek, istemek veya
  Allah'ın istediğini istemek. Yani kulun ve Allah'ın
  iradesinin bir noktada birleşmesine kusûdî tevhîd denir.
  Bu, kulun iradesini Hakk'ın irâdesinde eritmesi şeklinde
  de tanımlanır. 2. Şuhûdî tevhîd : Salikin vecd halinde
  masivayı terkederek sadece Hakk'ı görmesidir. Buna,
  vicdanî ve zevkî tevhid de denir. Eskiden Allah'ın birliğini
  anlatan manzumelere Tevhîd denirdi.
•   Vahdet-i zât eyleyüb tahkîk,
•   İtmişimdir sıfatını tasdîk,
•   İlm-ü kudret, hayat ü sem ü basar
•   Zât-ı pâkinde oldular muzmer.
•   Karaçelebizade Abdülaziz Efendi

More Related Content

Tasavvufi Kavramlar

  • 2. • AKL: Arapça men', hacr ve nehy manasınadır, insandaki idrak kabiliyetine verilen addır. Ä°slam'da dinin emirlerine uymak, yasaklarından kaçınmak için insanda akıl ve ergenlik ÅŸarttır. Eskilerin tarifiyle akıl, zatında maddeden mücerred, fiilinde maddeye bitiÅŸen bir cevherdir. Akıl, nefs-i natıkadan ibaret olup, her ferd ona "ben" demekle iÅŸaret eder. Bir görüşe göre akıl, kalpte hak ile batılı ayırdeden bir nurdur. DiÄŸer bir görüşe göre, insan bedenine yönetmek, tasarruf etmekle baÄŸlı soyut bir cevherdir. Yine bir farklı görüşe göre akıl, nefs-i natıkanın bir kuvvetidir.
  • 3. • Bir tarife göre, akıl baÅŸka, nefs-i natıka baÅŸkadır. Çünkü kuvvet, kuvvet sahibine göre, bir emr-i mugayirdir (baÅŸka bir ÅŸeydir). Gerçekte iÅŸi yapan nefs-i natıkadır. Akıl, kesme iÅŸi yapan kiÅŸinin elinde bıçak gibi bir âletten ibarettir. Bir görüşe göre de akıl, vesveselere kapılıp ÅŸehvetlere dalabilir. Fakat arif olan, yani "nefsini bilen Rabbini bilir" fehvasınca kendisini acz ile, noksan ile, isyan ve zaaf ile bilen, anlayan kiÅŸi, Rabbisine sığınarak aklını doÄŸru yola yönlendirebilir. "Akıl attır, dizgini arif elinde" atasözü bunu dile getirir.
  • 4. • Ä°nsan zayıf ve bencil yaratılmıştır, aklına güvenen çok defa yanılır. Hatta bu yüzden sufiler, ileriyi, ahireti düşünen akla "akl-ı ma'ad" sadece dünyayı düşünen akla da "akl-ı ma'aÅŸ" adını vermiÅŸlerdir. Daha doÄŸrusu, akla, bu iki yöneliÅŸi açısından, bu iki ad verilmiÅŸtir. • ÇeÅŸitli ihtimaller karşısında, aklı olgun kiÅŸilerin hemen hepsi bir kararda birleÅŸirler. Bu da "akıl için yol birdir" atasözüyle belirtilir. "Akılla nefs birbirine düşmandır" atasözü de, aklın daima iyiyi, güzeli, hayrı seçeceÄŸini; nefis denen ve insanı bencilliÄŸe götüren, ÅŸehvete kaptıran, kötülüğe sevk eden isteÄŸinse, ona zıt harekette bulunacağını anlatmaktadır.
  • 5. • "Akılla yol alınmaz", çünkü manevî yol, insanı yokluÄŸa götüren, izafi ve geçici varlığı terk ettiren, iradesini Allah'ın iradesine bıraktıran yol olup o yolun duraklarını akıl bilmez. Akıl, yaÅŸadığımız ÅŸu sonlu varlık âlemini düzenlemeye çalışır. Onun sonsuz âlemden haberi yoktur. Akla uyan, mana yoluna ulaÅŸamaz. Bu sebeple sufiler, "Akıl, erlerin ayak bağıdır" derler. Aynı mealde olmak üzere Mevlana Celaleddin-i Rumi de • Aklı, Mustafa'nın önünde kurban et • Allah bana yeter de ki, Allahım yeter! • Ancak, akılla kalbin bir manada kullanıldığı da görülür. Gazali idrak edici özelliÄŸiyle aklı, kalble karşılar. Yine Gazali aklı, kalbde bulunan ilim olarak görür. Bazı Mutasavvıflar, Cebrail'e, ruh-ı a'zama ve arÅŸ-ı mecide, akl-ı evvel adını verirler.
  • 6. • AKL-I EVVEL: Uluhiyyet mertebesi. Vücud bu mertebede kendisindeki sıfat ve esmayı mücmel olarak bilir. Bu mertebeye "vahdet-i hakiki", "teayyün-i evvel", "ilm-i mutlak", "tecelli-i evvel", "kabiliyyet-i evvel", "âlem-i vahdet", "hakikat-ı Muhammediyye" gibi isimler de verilir. • AKL-I KÃœL: Allah'ın kudretinden ilk evvel ortaya çıkan akıl. ArÅŸ-ı azam, Cebrail, Hazret-i Muhammed (s)'in nuru.
  • 7. • AHVAL: Arapça hal kelimesinin çoÄŸuludur, haller demektir. İçinde bulunulan zaman veya durum demek olan hal, sûfiyye terimi olarak, kendiliÄŸinden, kesbsiz kalbe doÄŸan mana, cezbe, baygınlık, coÅŸkunluk demektir. Makam ile hal arasında bazı farklar vardır : • 1. Hal çalışmadan elde edilir vehbîdir, makam çalışılarak elde edilir, mekasib türündendir. • 2. Makam sahibi makamında kaim ve mütemekkin, hal sahibi ise halinde mütehavvil ve mütelevvindir. • 3. Hal çift çift gelir : kabz ve bast fena ve beka, sekr ve sahv gibi. Makamlar tevbe, tevekkül, teslim gibi ferd ferd teÅŸekkül eder.
  • 8. • Kaynaklar bu konuda ÅŸu izahı yapar : Hal ÅŸimÅŸek gibidir. Parlar ve derhal kaybolur. Bazı sufiler, haller baki ve devamlı olursa hal deÄŸil nefsin sözü olur, demiÅŸlerdir. DiÄŸer bir takdire göre haller, isimleri gibidir, yani haller kalbe gelirler ve derhal yok olup giderler. Sıfat mevsufla kaimdir. Kul, bulunduÄŸu makamın ÅŸartını yerine getirmeden bir üst makama yükselemez, çünkü kanaati olmayanın tevekkülü, tevekkülü olmayanın rızası yoktur. Hal, kulun cehd ve gayreti ile olmayıp, kalbine gelen sevinç, üzüntü, geniÅŸleme (bast) ve sıkılma (kabz) vs. gibi ruhi hallere denir. Haller Allah vergileridir. Makamlar, kulun cehd ve gayretine baÄŸlıdır.
  • 9. • Makam sahibi makama saÄŸlamca yerleÅŸmiÅŸtir. Hal sahibi ise halden hale yükselir. EÄŸer haller birbiri ardınca gelmez ve devamlı olmazlarsa onlara "levaih" ve "bevadih" denir. Hal, bazan insana haz verir, fakat gelip geçicidir. Yani "tavarık" tırlar. Hz. Peygamber (s), bir halden bir hale yükselmekteydi. Makamların gerektirdiÄŸi; karar ve sebat, halin gerektirdiÄŸi ise; geçiÅŸ ve ilerlemedir. Haller amellerin mirası ve neticesidir. Ahval, dini his ve heyecanlar manasına da gelmektedir. Hal vehbî, makam kesbîdir, denilir. Her makamın baÅŸlangıç ve bitiÅŸ noktaları vardır. Bu ikisi arasında bir çok haller vardır. Her makama ait bir ilim ve her hale ait bir iÅŸaret vardır.
  • 10. • MAKAM: Mukam ÅŸekliyle okunursa, oturulan, ikamet edilen yer, makam olarak okunursa, ayağın bastığı yer, topluluk, oturulan yer, vs. gibi anlamları bulunan Arapça bir kelime, ism-i mekan. Velilerin mezarlarına veya hatıralarını taşıyan yerlere bu ad verilir. Makâm-ı ibrahim gibi. Mevlânâ'nın türbesinin giriÅŸinde bu manada olmak üzere şöyle bir beyt vardır: • Ka'betü'l-Uşşâk bâşed în makam • Her ki nakıs âmed încâ ÅŸod temam. • Yani: • Bu makam âşıkların Ka'be'sidir. • Buraya noksan gelen tamam olur. • Mezarı Aksaray'da olan Somuncu Baba'nın Darende'de makamı vardır. • Birisi, bir baÅŸka yerde vefat ederse, memleketinde veya hatırasını taşıyan bir yerde, ruhuna Fatiha okunmak ve onu anmak üzere yapılan merkada "Makam" denir. Bektaşîlerde, ocak, baba postu, gayb erenleri postu gibi makamlar vardır.
  • 11. • Yine bir tanıma göre makam ÅŸudur: Kulun tekrar etmek suretiyle kazandığı ve kendisinde özellik haline getirdiÄŸi edebler ve ahlâk veya kulun riyazet ve mücehede ile ulaÅŸtığı dereceye makam denir. Haller vehbî (yani Allah vergisi iken), makamlar kesbî (yani kulun çabasıyla)dır. Hal geçici, makam süreklidir. Kâşânî, içinde bulunulan bir makamın hakkı yerine getirilmediÄŸi takdirde, kulun yükselemeyeceÄŸinden bahseder.
  • 12. • MA'RÄ°FET: Arapça'da bilgi anlamına bir söz. Tasavvufta, dört kapı da denilen dört mertebe vardır: 1- Åžeriat, 2- Tarikat, 3- Hakikat, 4- Ma'rifet. Åžeriat olmadan tarikat, hakikat ve ma'rifet olmaz, her ÅŸeyin başı, ÅŸeriatı yani islâm dinini iyi yaÅŸamaktan geçer, islâm'ı yaÅŸama ve anlamada, takva boyutunda olmak üzere derinleÅŸme sonucu, bu mertebeler teÅŸekkül etmiÅŸtir. Bu durumda, herkesin normal gündelik kurallara uyarak yaÅŸadığı islâm'a ÅŸeriat; dinde biraz takva cihetine ağırlık verenlerin yaÅŸadığı ve ulaÅŸtığı inceliÄŸe tarikat; takva ve verada titizlikle varılan sonuca, hakikat; ve nihayet bu yaÅŸamanın, mânâ açısından kiÅŸide ifade ettiÄŸi bilgi planındaki sonuca ma'rifet denir ki, meydana geliÅŸi, yaÅŸamakla sıkı sıkıya irtibatlıdır. Bunlardan ilki avama, ikincisi havassa aittirdirler. Hacı Åža'ban Velî bu dört mertebeyi şöyle anlatır: Åžeriat beden için, tarikat kalp için, hakikat ruh için, ma'rifet Hakk içindir.
  • 13. • Marifetin, sırra ait olduÄŸunu söyleyenler de vardır, ilim ile ma'rifet bir imiÅŸ gibi gözükmesine raÄŸmen, aralarında ince bir fark vardır: ilmin zıddı cehil iken, ma'rifetin zıddı, inkardır. Ä°lim kesbî iken, ma'rifet vehbîdir. Hafnî de, bu konuyu ÅŸu ÅŸekilde açıklar: Kul, Allah'ı sıfat ve isimleri ile bilir, Allah'la arasındaki kulluk muamelesinde ciddi, samimi ve doÄŸru olur, sonra kötü ahlâkını düzeltme yoluna gider. Hakk'ın kapısından sürekli olarak ayrılmaz, yani kalbi ile sürekli itikâf halindedir (yani ihsanı yaÅŸar). Sonra kendisine hatıralar gelir, sürekli içten Allah ile münâcât (söyleÅŸi, yalvarı) halinde olur. Allah tarafından kalbine gelen sırlardan bahseder, iÅŸte bu durumda olan kiÅŸiye arif ve bu kiÅŸinin bilgisine de ma'rifet denir. Nefsinin kötülüklerinden ne denli uzak olursa, Rabbi hakkındaki ma'rifeti, o denli artar. Bir kimsede ma'rifetin meydana geldiÄŸinin belirtisi, o kiÅŸide Allah'dan heybetin zuhur etmesidir. Ma'rifeti fazla olanın, heybeti fazla olur. Bazıları da ma'rifeti fazla olanın sekîneti fazla olur, demiÅŸtir.
  • 14. • MA'RÄ°FET-Ä° NEFS: Nefsi bilmeyi ifade eden Arapça bir söz. Bu "men arefe nefsehû fekad arefe Rabbehû" ifadesiyle bildirildiÄŸi gibi, insanın Rabbini bilmesi, önce kendisini bilmesine baÄŸlıdır. Nefisten hareketle, Allah'a ulaÅŸmanın, çeÅŸitli âyetlerde destek gören bir yanı vardır: "Ufuklarda ve kendi nefislerinde âyetlerimizi göstereceÄŸiz ki, onun gerçek olduÄŸu onlara iyice belli olsun..." (Fussilet/21). "Ve nefislerinizde olanı görmüyor musunuz?" (Zâriyât/21). Ä°nsanda Allah tarafından üfürülmüş (menfûh) bir ruh vardır. Bu da Rab'den bir emirdir. Bu ruhun insan bedenindeki faaliyeti sonucu, içgözlem veya enfusî seyr ile onun ait olduÄŸu yer hakkında, ma'rifet denilen bir tür bilgi husule gelir. Ä°nsanın hakikati olan bu ruh, arifane bilme ile bilinirse, onu üfleyene ait bilgi de, otomatikman ortaya çıkar.
  • 15. • MA'RÄ°FETULLAH: Allah'ı bilme, Allah bilgisi anlamında Arapça bir tamlama. Allah'ın varlığının ve birliÄŸinin bilinmesini ifade eden bir tabirdir. Kulun Allah'ın sıfatlarını, esmasını düşünmesi vâcibdir. O'nun yüceliÄŸini, kendisinin âciz ve sonlu bir varlık olduÄŸunu ÅŸuûrî seviyede anlamak ve kulluÄŸun esprisine ulaÅŸmak, her mü'minin görevidir.
  • 16. • KALB: Arapça, bir ÅŸeyin altını üstüne getirmek, çevirmek, vs. gibi anlamları ihtiva eden bir kelimedir. Biyolojik ve anatomik olarak insan göğsünün sol tarafında bulunan çam kozalağına benzeyen bir et parçasıdır. Ana rahminde, insan varlığının jinekolojik oluÅŸum sürecinde meydana gelen (gebeliÄŸin üçüncü haftasının sonunda) ilk organdır. Tasavvufî olarak kalb; insanın mahiyeti, madde ile mânânın birleÅŸtiÄŸi yer, akıl, ruh, Allah'ın tecellî ettiÄŸi mahal, Ä°lâhî latîfe gibi çok yönlü manaları ifâde eder. Biyolojik manadaki kalb, insanda olduÄŸu gibi, hayvanlarda da bulunur. Ä°kinci anlamdaki kalb ise, sadece insanda bulunur ve insanı hayvandan ayıran özelliktir. Molla Camî, Fusûs Åžerhi'nde kalb; mizacı kuvvetler ve cismanî gerçekler ile ruhanî gerçekler ve nefsanî gerçekler arasını bir araya getiren (cem eden) hakikatdır, der.
  • 17. • Mutasavvıflara göre; manevî kalbin maddî kalbe bir nevi taalluku (baÄŸlantısı) vardır. Ve bu kalp, insanın hakikatidir. Bu latîfe, idrâk edicilik ve bilicilik özelliklerine sahiptir. Muhatab, mütâleb ve muâteb olan iÅŸte budur. Türkçe'de kalbe, gönül denir. Can tabiri de kullanılır. "Kalbe bakıcı": Bayramî melamîlerinde, irÅŸada izinli kiÅŸilere verilen addır. Kalple ilgili bazı atasözleri ÅŸu ÅŸekildedir: Kalp bir sırça kadehtir, çabuk kırılır. Kalp kalbe karşıdır. Kalpten kalbe yol vardır. • Fukara kalbine her kim dokuna • Dokuna sinesi Allah okuna • La edrî
  • 18. • NEFS: Arapça bir kelime olup çok sayıda manaları ihtiva eder: Ruh, akıl, insanın bedeni, ceset, kan, azamet, izzet, görüş, kötü göz, bir ÅŸeyin cevheri, hamiyyet, iÅŸkence, ukubet, arzu, murad. Tasavvufî olarak Kâşânî'nin ifâde ettiÄŸi gibi, kendisinde iradî hareket, his, ve hayat kuvveti bulunan latîf buharlı bir cevherdir. Kötülüğü emreden manasında anlaşıldığı gibi, Allah tarafından insana üflenen ve ruh-i Rahmânî, ilâhî ben mânâsına da kullanılmıştır. Hakîm Tirmizî bunu şöyle tanımlar: O, hayvanî ruhdur, kalb (nefs-i natıka) ile beden arasında vâsıtadır. Kendisine, Kur'ân-ı Kerim'de mübareklik özelliÄŸini taşıyan, ÅŸarka ve batıya ait bulunmayan aÄŸaç olarak iÅŸaret edilir. (Nur/35).
  • 19. • Bu kelime, Kur'ân'da sekiz ayrı manada kullanılmıştır: • 1. Zâtullah manasına: Tâhâ/41, Al-i imran/28, En'âm/12,54, Mâide/116. • 2. insan ruhu: Fecr/27, En'âm/93, Zümer/42. • 3. Kalp, sadır vb. manalar: Al-i imrân/154, A'râf/205, Yusuf/77, Bakara/77, 109, 235, Nisa/113, En'âm/158, Yunus/100, Enbiyâ/64, Nemi/14, Fussilet/53. • 4. insan bedeni: Al-i Ä°mrân/146, 185, Enbiyâ/35, Ankebût/57, isrâ/33, Yusuf/26, 30, 61. • 5. Bedenle bareber ruh: Bakara/286, En'âm/152, Yunus/23, 30, 44, 49, 54, Ra'd/11, 42, isrâ/7, Tâhâ/15, Ankebût/6, Zümer/70, Mü'min/17, Câsiye/15. • 6. insana kötülüğü emreden kuvvet manasına: Yusuf/18, 53, Tâhâ/96, Mâide/30. • 7. Zât manasına: Bakara/48, Lokman/28, 34, Müddesir/38. • 8. Cins manasına: Tevbe/128, Rum/28, A'râf/188, Şûra/11.
  • 20. • Türkçemizde bu kelime çeÅŸitli ÅŸekillerde kullanılmıştır: • Nefsine hâkim olmak: Arzu ve isteklerine veya öfkesine hakim olmak, sabretmek demektir. Nefisle mücadele, dünyevî muharebeden güçtür: Burada, Tebûk seferinden dönen Hz. Peygamber (s)'in "Küçük cihaddan, büyük cihada (Ramazan ayındaki oruç) döndük" sözlerine telmih vardır. Ä°nsanın nefsini terbiye etmesinin, kontrol altında tutmasının zor olduÄŸuna, bu söz ile iÅŸaret edilir.
  • 21. • Nefsini bilen Rabbini bilir: Bu sözün, hadis olması hususu tartışmalıdır. Ancak sûfîler, bu ifadeyi sık sık kullanırlar. Ä°nsanın, kendisi üzerinde düşünmesini tavsiye eden çeÅŸitli âyetler vardır. Bu, âyetler, âfâk denilen dış dünya hakkında düşünerek Hakk'a ulaÅŸmanın mümkün olduÄŸunu gösterdiÄŸi gibi, enfüs denilen iç dünya üzerinde de düşünerek aynı sonuca varılabileceÄŸini gösterir. Gölpınarlı bu ifâdeyi, ÅŸu ÅŸekilde açıklamıştır: "Nefsini bilen, yani, kendisini acz ile, noksanlıkla, bilgisizlikle, yoklukla bilen, Rabbisini bilir, yani Rabbisini kudretiyle, yüceliÄŸi ve kemâliyle, bilgisiyle, varlığıyla bilir". • Bilmek istersen seni • Can içre ara canı • Geç canından bul ânı • Sen seni bil sen seni. • Hacı Bayram Velî
  • 22. • NEFS-Ä° EMMARE: Emredici nefs anlamına Arapça bir tamlama. Kâşânî, bu nefsin, bedenî tabiata meylettiÄŸini, lezzet ve hissî ÅŸehvetleri körüklediÄŸini söyler. Yani kalbi, ulvî deÄŸil, süflî (aÅŸağılık, alçak) ÅŸeylere celbeden ÅŸeye nefs-i emmâre denir.Yusuf suresinin 53. âyeti kerimesinde bu nefse iÅŸaret edilmiÅŸtir: "Ben nefsimi temize çıkarmıyorum, zira nefis, kötülükle emredicidir..." Nefs-i emmâre, ÅŸer yuvası, kötü fiillerin, yerilmiÅŸ ahlâkın kaynağıdır. • Nefs-i emmâreye uymak ne hatâ. • Heb ânındır bu emmârât-ı hevâ. • Sünbülzâde Vehbî
  • 23. • NEFS-Ä° KUDSÄ°YYE: KutsallaÅŸmış nefis anlamında Arapça bir söz. Buna ilâhî nefis de denir. Yakinî bir ÅŸekilde, kemâlâtın tamamını veya büyük bir kısmını hâiz olma melekesini elde etmiÅŸ yüce nefse, kudsî nefis denir. • NEFS-Ä° KAMÄ°LE: Arapça, olgun nefis demektir. Tasavvufî olarak, bütün olgunluk özelliklerini elde etmiÅŸ, irşâd durumuna geçmiÅŸ nefse, nefs-i kâmile denir. Buna, bir bakıma, nefs-i kudsiyye, nefs-i sâfiyye ve nefs-i zekiyye de denebilir.
  • 24. • NEFS-Ä° LEVVÂME: Kınayıcı nefis anlamına Arapça bir ifâde. Tasavvufî olarak, bir parça kalbin nuru ile nurlanmış, o nur ölçüsünde uyanıklık kazanmış nefistir. Levvâme sıfatını alan nefis, yaptığı kötü iÅŸlerin farkındadır, yani, gafletten bir parça sıyrılmıştır. Bu yüzden kendisini kınar, onları yapmak istemez. Ancak yeterince olgunlaÅŸmadığı için onları yapmaya devam eder. Bununla birlikte, bir takım iyileÅŸmeler mevcuttur. Yüce Allah'a doÄŸru seyreden (ilallâh) nefsin yeri, Berzah âlemidir. Sevgi halinde bulunur, Hz. Peygamber (s)'in davranışlarını örnek alır. Levvâme'de, nefsin bazı sıfatları aynen bulunur, iyileÅŸme, kötü olan yönün eleÅŸtirilmeye baÅŸlanmasıdır. Bu durumda, Kur'ânî emirlere saygı ve baÄŸlılık artmıştır. Namaz, oruç, sadaka vermek gibi salih amellerde fazlalaÅŸma görülür. Amellerini Allah için yapar, ancak bunun böyle olduÄŸunu, halkın da bilmesini ister. Artık nefis bu vasfıyla tevbekârdır.
  • 25. • NEFS-Ä° MARDIYYE: Arapça, hoÅŸnut olunan nefis, kendisinden razı olunan nefis anlamına gelir. Allah bu nefisten razıdır. Nefsin altıncı makamıdır. Bu vasfa kavuÅŸan nefis; beÅŸerî istekleri terk etmiÅŸ, güzel huylu olmuÅŸtur. Kusurları affeden, güzel düşünen, ÅŸefkatli, eli açık, insanları sırf Allah için seven, hassas, ince düşünceli, nefis muhasebesini en iyi ÅŸekilde yapan, herkeste bulunmayan güzel meziyetlere sahiptir. Bu nefis, Allah'ın izin verdiÄŸi kadarıyla, Allah tarafından bazı gayb sırlarına vâkıf olur. Bunlar, Allah'ın ona ihsanıdır".. Ben onun iÅŸiten kulağı, gören gözü, söyleyen dili, tutan eli olurum..." kudsî hadisinde anlatılan kiÅŸi, budur. Allah'ın izniyle baÅŸka ÅŸahıslara tesir edebilir. Bkz.: Fecr/28.
  • 26. • NEFS-Ä° MUTMAÄ°NNE: Doyuma, huzura, rahata kavuÅŸmuÅŸ nefis anlamına Arapça bir ifâde. Bu nefis; kötü sıfatlardan sıyrılmış, güzel ahlâk ile ahlâklanmıştır. KaÅŸanî bunu, kalbin nuru ile aydınlanıp, kötü huyları silinmiÅŸ nefis, diye tanımlar. Bu nefis, ibâdetlere devam ile kudsiyyet âlemine yönelmiÅŸtir. Fecr suresinin son âyetlerinde bildirilen ve "Cennetime gir" hitabına mazhar olan nefis budur. Bu vasfa sahip nefsi, bazı kaynaklar ÅŸu ÅŸekilde tarif ederler: "Nefis, Ä°lâhî emirler altında sakin ve ÅŸehvetlere karşı çıkarak ızdıraptan kurtulursa mutmainne olur".
  • 27. • Bu nefsin dördüncü makamıdır. Bu makamda nefsin üzüntüleri "yâ eyyetühe'n-nefsü'l mutmainneh" hitabı ile son bulmuÅŸ, kalp her ÅŸeyden emin olmuÅŸtur. Allah'a doÄŸru giden bu nefis sahibinin kalbi, tam ve gerçek bir inanışa sahiptir. Åžeriatın bazı sırlarını elde etmiÅŸ, cömertlik, doÄŸruluk, yumuÅŸak gönüllülük, güler yüzlülük, tatlı dillilik gibi güzel sıfatları kazanmıştır. Daima tevekkül, tefvîz, teslim, sabır, rızâ halleri içindedir. Kalbi, her an huzur ve sükûn içinde, şükür ve sena eder, kusurları örter, hataları bağışlar, islâm'ın emirlerinden zerre kadar ayrılmaz. Hz. Peygamberin ahlâkını güzel bir ÅŸekilde yaÅŸar ve bundan zevk alır. Allah'ın izniyle, bir takım keÅŸif ve ilhamlara sahiptir (Bkz. Fecr/27).
  • 28. • NEFS-Ä° MULHÄ°ME: ilham ve keÅŸfe nail olan nefis, iyiyi kötüden ayıran irâdeye, nefs-i mülhime denir. Bu, nefsin ulaÅŸtığı üçüncü makamdır. Bu, bir iyileÅŸme derecesidir. Artık nefis, sevabını ve günahını Allah'ın yardımı ile bilmektedir; bu sebeple, • Allah'tan gayrı herÅŸeyden uzaklaşır. Ruhlar âlemine yönelen bu nefis, aÅŸk hali içindedir, ilmi sever, cömerttir, kanaatkar ve mütevazidir. Sabır ve tahammül gücü artmıştır. Müsamahakârdır, zahmete ve iÅŸkenceye katlanır. Kainatın sırrına hayran kalır, halkı terkedip Hakk'a yaklaşır. Sözü güzel ve hikmetli olur.
  • 29. • NEFS-Ä° NATIKA: Arapça, konuÅŸan nefis anlamına gelir. Zâtında maddeden sıyrılmış, ancak, yaptığı iÅŸte, maddeye bitiÅŸik olan bir cevherdir. Feleklerin nefisleri de böyledir. Akıl'a da, nefs-i natıka denir. • NEFS-Ä° RÂDIYE: Arapça, razı olan, hoÅŸnud kalan nefis demektir. Rızâ makamına eren nefis. Bu durumdaki nefis, kendi irâdesinden vazgeçip Hakk'ın irâdesine tâbi olur. Hiç bir ÅŸeyden ÅŸikâyet etmez. Nefsin olgunluk yolundaki beÅŸinci makamı, râdıye'dir. Nefs yerilmiÅŸ, beÅŸerî özelliklerden kurtulup, fenâ'ya ulaÅŸmıştır. Artık o, emir ve yasaklara tam olarak uyar. Kendinde güzel ahlaklar zuhur eder. Zaman zaman, Allah'ın isimleri ve sıfatlarının tecellîsine mazhar olur. iyilikler onun ÅŸahsiyetidir, Hakka'l-yakîn mertebesine ulaÅŸmıştır. Bkz.: Fecr/28. • NEFS-Ä° RAHMANÃŽ: Rahman'a mensub olan nefise denir. Buna kudsî ve Ä°lâhî nefis de denir. • NEFS-Ä° SÂFÄ°YYE: Arınmış nefis anlamına Arapça bir ifâde. Nefs-i kâmileye, nefs-i sâfiyye diyenler de vardır.
  • 30. • RUH: Arapça, ruh, nefs, Cebrail vs. gibi anlamları olan bir kelime. KaÅŸanî, bunu mücerred (soyut) insan latifesi olarak tanımlar, el-Bennacî ise ruhu, "histen daha latif bir cisim olup ona dokunulmaz, insanların büyük çoÄŸunluÄŸu onu anlamaz" diye tarif eder. Ibn Ata, Allah'ın, ruhu cesedlerden önce yarattığı kanaatindedir. BaÅŸka bir grup da, ruhu, yoÄŸun bir alandan ortaya çıkmış bir latife olarak deÄŸerlendirir. el- Kahtabî ruh, Kün zilleti altına girmemiÅŸtir, zira diridir, diyerek, onun halk deÄŸil de emr âlemine ait olduÄŸuna iÅŸaret etmek ister. • Ruh genelde üç noktada ele alınmıştır:
  • 31. • 1- Hareketin temeli (ma bihi'l-hareke) : Maddenin mukabili, yani kuvvet. Madde veya kuvvet, madde veya ruh denildiÄŸi zaman bu anlaşılır. Bu, ruhun en genel manasıdır. Bu bakımdan ele alınırsa, elektrik baÅŸta olmak, üzere, harekete geçirici her kuvvet, bir tür ruh olarak deÄŸerlendirilebilir. • 2- Hayatın temeli (Ma bihi'l-hayat) : Hayat gücü, geniÅŸ manasıyla bu hayat, bitkisel hayatı içine alır. Bu bakımdan, bütün bitkiler için, ruh tabiri kullanılması vakidir. • 3- Ä°drak'ın temeli (Ma bihi'l-idrak) : Bu da, insanî hayatla sonuçlanan hayvanî hayattır. Bu ruh, bitkisel ruhtan da özeldir. Ruh bu tavrıyla en yüksek zirvesine ulaÅŸmıştır. Bu ruha, ruh-ı insanî denmiÅŸtir, ilim irade, kelam, ta'akkul (akletmek), marifet, basit vicdan vs. gibi bütün ÅŸuur olayları, iÅŸte bu, ruh-ı insanîde ortaya çıkar.
  • 32. • Ruh hakkında çok ÅŸeyler söylenmiÅŸ olmakla birlikte, o, az bir grup hâriç, küçük veya büyük kıyamete kadar bir varoluÅŸ sırrı ÅŸeklinde hayatiyetini sürdürecektir. Allah'tan üfürülen ruh, ölümle maddî bedenden ayrılır. Mevlanâ'nın dediÄŸi gibi, ruh, maddî bedene bir iple, boyun ve enseden baÄŸlanmıştır. Azrail bu ipi kesince bedenin hayatiyeti sona erecek, ruh kendi aslına (Rabba), beden de kendi aslına (topraÄŸa) dönecektir. Ruh ile ilgili bir dua, atasözü ÅŸeklinde söylenir : "Ruh-ı revanı ÅŸad ü handan olan": Yani ruhu ahirette mutlu sevinçli olsun. Kötü kiÅŸilerin ardından da, "ruh-ı revanı baldıran (zehir) ola" denir.
  • 33. • RUH-I A'ZAM: Arapça, en büyük ruh demektir. Rububiyyeti bakımından, ilâhî zat'ın zuhur yeri (mazharı) olan ruh-ı insanîden ibarettir. Onun künhünü, Allah'tan baÅŸkası bilemez. Ruh-ı Azam'a, akl-ı evvel, hakikat-ı Muhammediyye, nefs-i vahide, hakikat-ı esmaiyye gibi isimler de verilir. Allah'ın, kendi sureti üzere halkettiÄŸi ilk varlık (mevcut) budur. Bu, en büyük halifedir. • RUH-I EMÄ°N: Arapça, güvenilir ruh demektir. Cebrail (a) • RUH-I Ä°NSANÃŽ: Arapça, insana ait ruh demektir, insandaki ruh için kullanılır. Ruh-ı hayvanîye binmiÅŸ olarak insanda mevcut olan latifedir, müdrik bir bilicidir, insanî ruh, emir âleminden inmiÅŸtir. Akıllar bunun mahiyetini bilmez.
  • 34. • SEYR: Arapça, yürümek, gezmek, gitmek demektir. Allah'a ulaÅŸmak üzere yapılan manevî yolculuÄŸa, seyr denir. Ä°ki türlü seyr vardır: 1) Seyr-i Nuzûlî: Mukayyed vücûd (varlık)'un ortaya çıkması için mutlak vücud (varlık)'un seyri. Bu ehadiyet'in imkan mertebesine, mutlakın mukayyede, küllün (bütünün) cüz'e (parçaya) iniÅŸidir. 2) Seyr-i Urûcî: Mukayyedin mutlakda yok olmak üzere yaptığı seyir. Cüz'ün, külle seyri. Buna seyr-i ÅŸuurî de denir. Bu seyr, insan mertebesinden Mutlak'a kadardır. • SEYR ANÄ°'LLAH: Arapça, Allah'tan seyr demektir. Sülûkun dört mertebesinden, dördüncüsüdür. Buna "telvin ba'de't-temkin" (temkinden sonra telvin) denir. Bu seyir vahdet (birlik)'ten, kesret (çokluk)'e doÄŸrudur. Bundan gaye, Hak'dan halka terbiye ve irşâd için dönüştür. Bu yüzden, seyr-i anillaha "beka ba'de'l-fenâ", "sahv ba'de's-sekr" veya "fark ba'de'l-cem" de denir. Bu durumdaki kiÅŸi, vahdette kesreti, kesrette vahdeti görür.
  • 35. • SEYR FÄ°'LLAH: Arapça, Allah'da seyr demektir. Manevî yolculuÄŸun dört basamağından ikincisidir. Buna sefer-i sâni (Cem') de denir. Allah'ın sıfatlarıyla muttasıf, isimleriyle mütehakkık, ahlakullah ile ahlaklanmak, ufuk-ı âlâya ulaÅŸmak, bütün bedenî özelliklerinden kurtulmak, seyr-i fillah'ı tanımlar. Bu seferin nihayetinde, sâlike vücûh-ı âlemden perdelerin kalkıp, ilm-i ledünnînin keÅŸfolunduÄŸu kaydedilir. • SEYR Ä°LA'LLAH: Arapça, Allah'a doÄŸru yolculuk yapmak demektir. Sülûkun dört mertebesinden ilki. Sâlik zikrederek Allah'a urûc (yükselme) yoluyla hareket eder. Bunun sonu, velayet-i suÄŸra (küçük velilik) olup buna "fena fillah" denir, iki tür seyr-i ila'llah vardır. 1) Seyr-i afakî, buna suluk adı verilir. 2) Seyr-i enfüsî ki, buna da cezbe denir.
  • 36. • SEYR MAA'LLAH: Arapça, Allah ile seyretmek demektir. Dört basamaklı seyr-ü sülûk'un üçüncü basamağı. Buna "sefer-i sâlis" veya "fark ba'de'l- cem" denir. Bu mertebede ikilik kalkar. Buna, "makâm-ı Kabe kavseyni ev ednâ" adı verilmiÅŸtir. Seyr maallah'ın sonu velayettir. • SEYR Ãœ SÃœLÃœK: Arapça, gitmek ve girmek demektir. Bir ÅŸeyhin nezaretinde, Allah'a vuslat için çıkılan manevî yolculuk. Seyr ü sülûk'un dört mertebesi vardır. 1) Seyr ilallah, 2) Seyr fillâh, 3) Seyr maallah, 4) Seyr anillah.
  • 37. • SÃœLÃœK: Arapça, yola girmek, yol almak demektir. Bir ÅŸeyhe baÄŸlanan kiÅŸinin, belli bir metodla, Allah'a doÄŸru, yani kemalâta doÄŸru iç (manevî) planda yaptığı yolculuÄŸa sülük denir. Süluk'un sonunda "Allah'ı sevmek" tefekkürü (murakabe-i muhabbet) verilir. Ondan sonra "fena" ve "beka" gibi haller ortaya çıkar. Bir kul, en mükemmel varlık olan Allah (c.c) olmayacağı için, gerçek manada sülûkun sonu yoktur. EÅŸrefoÄŸlu Rumî resmî sülûkunu bitirince, kayınpederi Hacı Bayram Veli (k)'ye "varmamız gereken manevî kemâlâtın sonu bu mudur?" deyince, ÅŸu karşılığı alır: "Bir velinin, bin yıl ömrü olsa ve bu süre içinde sülûka devam etse, peygamberlerin topuÄŸuna bile varması imkansızdır." Peygamberimizin (s) Allah (c)'a en fazla yaklaÅŸan beÅŸer varlığı olarak, Miraç Gecesi'nde, kendisiyle Rabbisi arasında Kabe Kavseyn (iki kaşın arası) kadar bir mesafe bırakılmıştır. EÄŸer o mesafe de olmasaydı, Peygamberimiz Allah'la ontolojik manada birleÅŸmiÅŸ olacaktı ki bu takdirde (hâşâ) Allah olması gerekirdi. Bu ise muhaldir, mümkün deÄŸildir. Zira "vema hüve illa beÅŸer" (Mü'minûn/24) O, ancak bir beÅŸerdir.
  • 38. • TEVHÃŽD: Arapça, birleÅŸmek demektir. Cürcanî, Allah'ın zâtını, akılla tasavvur olunan, zihni olarak hayal edilebilen herÅŸeyden uzak tutmak, diye tarif eder. Yine ona göre, tevhîd üç ÅŸeyde olur: 1. Allah'ı rubûbiyetle tanımak, 2. Vahdaniyetle ikrar etmek, 3. EÅŸ ve benzer olanları O'ndan nefyetmek iki çeÅŸit tevhid vardır: 1. Kusûdî tevhîd : Sadece Allah'ı kastetmek, istemek veya Allah'ın istediÄŸini istemek. Yani kulun ve Allah'ın iradesinin bir noktada birleÅŸmesine kusûdî tevhîd denir. Bu, kulun iradesini Hakk'ın irâdesinde eritmesi ÅŸeklinde de tanımlanır. 2. Åžuhûdî tevhîd : Salikin vecd halinde masivayı terkederek sadece Hakk'ı görmesidir. Buna, vicdanî ve zevkî tevhid de denir. Eskiden Allah'ın birliÄŸini anlatan manzumelere Tevhîd denirdi.
  • 39. • Vahdet-i zât eyleyüb tahkîk, • Ä°tmiÅŸimdir sıfatını tasdîk, • Ä°lm-ü kudret, hayat ü sem ü basar • Zât-ı pâkinde oldular muzmer. • Karaçelebizade Abdülaziz Efendi