2. • AKL: Arapça men', hacr ve nehy manasınadır, insandaki
idrak kabiliyetine verilen addır. İslam'da dinin emirlerine
uymak, yasaklarından kaçınmak için insanda akıl ve
ergenlik şarttır. Eskilerin tarifiyle akıl, zatında maddeden
mücerred, fiilinde maddeye bitişen bir cevherdir. Akıl,
nefs-i natıkadan ibaret olup, her ferd ona "ben" demekle
işaret eder. Bir görüşe göre akıl, kalpte hak ile batılı
ayırdeden bir nurdur. Diğer bir görüşe göre, insan
bedenine yönetmek, tasarruf etmekle bağlı soyut bir
cevherdir. Yine bir farklı görüşe göre akıl, nefs-i
natıkanın bir kuvvetidir.
3. • Bir tarife göre, akıl başka, nefs-i natıka başkadır.
Çünkü kuvvet, kuvvet sahibine göre, bir emr-i
mugayirdir (başka bir şeydir). Gerçekte işi yapan
nefs-i natıkadır. Akıl, kesme işi yapan kişinin
elinde bıçak gibi bir âletten ibarettir. Bir görüşe
göre de akıl, vesveselere kapılıp şehvetlere
dalabilir. Fakat arif olan, yani "nefsini bilen
Rabbini bilir" fehvasınca kendisini acz ile,
noksan ile, isyan ve zaaf ile bilen, anlayan kiÅŸi,
Rabbisine sığınarak aklını doğru yola
yönlendirebilir. "Akıl attır, dizgini arif elinde"
atasözü bunu dile getirir.
4. • İnsan zayıf ve bencil yaratılmıştır, aklına güvenen çok
defa yanılır. Hatta bu yüzden sufiler, ileriyi, ahireti
düşünen akla "akl-ı ma'ad" sadece dünyayı düşünen
akla da "akl-ı ma'aş" adını vermişlerdir. Daha doğrusu,
akla, bu iki yönelişi açısından, bu iki ad verilmiştir.
• Çeşitli ihtimaller karşısında, aklı olgun kişilerin hemen
hepsi bir kararda birleşirler. Bu da "akıl için yol birdir"
atasözüyle belirtilir. "Akılla nefs birbirine düşmandır"
atasözü de, aklın daima iyiyi, güzeli, hayrı seçeceğini;
nefis denen ve insanı bencilliğe götüren, şehvete
kaptıran, kötülüğe sevk eden isteğinse, ona zıt harekette
bulunacağını anlatmaktadır.
5. • "Akılla yol alınmaz", çünkü manevî yol, insanı
yokluğa götüren, izafi ve geçici varlığı terk
ettiren, iradesini Allah'ın iradesine bıraktıran yol
olup o yolun duraklarını akıl bilmez. Akıl,
yaşadığımız şu sonlu varlık âlemini
düzenlemeye çalışır. Onun sonsuz âlemden
haberi yoktur. Akla uyan, mana yoluna
ulaşamaz. Bu sebeple sufiler, "Akıl, erlerin ayak
bağıdır" derler. Aynı mealde olmak üzere
Mevlana Celaleddin-i Rumi de
• Aklı, Mustafa'nın önünde kurban et
• Allah bana yeter de ki, Allahım yeter!
• Ancak, akılla kalbin bir manada kullanıldığı da
görülür. Gazali idrak edici özelliğiyle aklı, kalble
karşılar. Yine Gazali aklı, kalbde bulunan ilim
olarak görür. Bazı Mutasavvıflar, Cebrail'e, ruh-ı
a'zama ve arş-ı mecide, akl-ı evvel adını verirler.
6. • AKL-I EVVEL: Uluhiyyet mertebesi.
Vücud bu mertebede kendisindeki sıfat ve
esmayı mücmel olarak bilir. Bu mertebeye
"vahdet-i hakiki", "teayyün-i evvel", "ilm-i
mutlak", "tecelli-i evvel", "kabiliyyet-i
evvel", "âlem-i vahdet", "hakikat-ı
Muhammediyye" gibi isimler de verilir.
• AKL-I KÜL: Allah'ın kudretinden ilk evvel
ortaya çıkan akıl. Arş-ı azam, Cebrail,
Hazret-i Muhammed (s)'in nuru.
7. • AHVAL: Arapça hal kelimesinin çoğuludur,
haller demektir. İçinde bulunulan zaman veya
durum demek olan hal, sûfiyye terimi olarak,
kendiliÄŸinden, kesbsiz kalbe doÄŸan mana,
cezbe, baygınlık, coşkunluk demektir. Makam ile
hal arasında bazı farklar vardır :
• 1. Hal çalışmadan elde edilir vehbîdir, makam
çalışılarak elde edilir, mekasib türündendir.
• 2. Makam sahibi makamında kaim ve
mütemekkin, hal sahibi ise halinde mütehavvil ve
mütelevvindir.
• 3. Hal çift çift gelir : kabz ve bast fena ve beka,
sekr ve sahv gibi. Makamlar tevbe, tevekkül,
teslim gibi ferd ferd teşekkül eder.
8. • Kaynaklar bu konuda şu izahı yapar : Hal şimşek
gibidir. Parlar ve derhal kaybolur. Bazı sufiler,
haller baki ve devamlı olursa hal değil nefsin
sözü olur, demişlerdir. Diğer bir takdire göre
haller, isimleri gibidir, yani haller kalbe gelirler ve
derhal yok olup giderler. Sıfat mevsufla kaimdir.
Kul, bulunduğu makamın şartını yerine
getirmeden bir üst makama yükselemez, çünkü
kanaati olmayanın tevekkülü, tevekkülü
olmayanın rızası yoktur. Hal, kulun cehd ve
gayreti ile olmayıp, kalbine gelen sevinç, üzüntü,
genişleme (bast) ve sıkılma (kabz) vs. gibi ruhi
hallere denir. Haller Allah vergileridir. Makamlar,
kulun cehd ve gayretine bağlıdır.
9. • Makam sahibi makama sağlamca yerleşmiştir.
Hal sahibi ise halden hale yükselir. Eğer haller
birbiri ardınca gelmez ve devamlı olmazlarsa
onlara "levaih" ve "bevadih" denir. Hal, bazan
insana haz verir, fakat gelip geçicidir. Yani
"tavarık" tırlar. Hz. Peygamber (s), bir halden bir
hale yükselmekteydi. Makamların gerektirdiği;
karar ve sebat, halin gerektirdiği ise; geçiş ve
ilerlemedir. Haller amellerin mirası ve neticesidir.
Ahval, dini his ve heyecanlar manasına da
gelmektedir. Hal vehbî, makam kesbîdir, denilir.
Her makamın başlangıç ve bitiş noktaları vardır.
Bu ikisi arasında bir çok haller vardır. Her
makama ait bir ilim ve her hale ait bir iÅŸaret
vardır.
10. • MAKAM: Mukam şekliyle okunursa, oturulan, ikamet edilen yer,
makam olarak okunursa, ayağın bastığı yer, topluluk, oturulan yer,
vs. gibi anlamları bulunan Arapça bir kelime, ism-i mekan. Velilerin
mezarlarına veya hatıralarını taşıyan yerlere bu ad verilir. Makâm-ı
ibrahim gibi. Mevlânâ'nın türbesinin girişinde bu manada olmak
üzere şöyle bir beyt vardır:
• Ka'betü'l-Uşşâk bâşed în makam
• Her ki nakıs âmed încâ şod temam.
• Yani:
• Bu makam âşıkların Ka'be'sidir.
• Buraya noksan gelen tamam olur.
• Mezarı Aksaray'da olan Somuncu Baba'nın Darende'de makamı
vardır.
• Birisi, bir başka yerde vefat ederse, memleketinde veya hatırasını
taşıyan bir yerde, ruhuna Fatiha okunmak ve onu anmak üzere
yapılan merkada "Makam" denir. Bektaşîlerde, ocak, baba postu,
gayb erenleri postu gibi makamlar vardır.
11. • Yine bir tanıma göre makam şudur: Kulun
tekrar etmek suretiyle kazandığı ve
kendisinde özellik haline getirdiği edebler
ve ahlâk veya kulun riyazet ve mücehede
ile ulaştığı dereceye makam denir. Haller
vehbî (yani Allah vergisi iken), makamlar
kesbî (yani kulun çabasıyla)dır. Hal geçici,
makam süreklidir. Kâşânî, içinde
bulunulan bir makamın hakkı yerine
getirilmediÄŸi takdirde, kulun
yükselemeyeceğinden bahseder.
12. • MA'RİFET: Arapça'da bilgi anlamına bir söz. Tasavvufta,
dört kapı da denilen dört mertebe vardır: 1- Şeriat, 2-
Tarikat, 3- Hakikat, 4- Ma'rifet. Åžeriat olmadan tarikat,
hakikat ve ma'rifet olmaz, her şeyin başı, şeriatı yani
islâm dinini iyi yaşamaktan geçer, islâm'ı yaşama ve
anlamada, takva boyutunda olmak üzere derinleşme
sonucu, bu mertebeler teşekkül etmiştir. Bu durumda,
herkesin normal gündelik kurallara uyarak yaşadığı
islâm'a şeriat; dinde biraz takva cihetine ağırlık
verenlerin yaşadığı ve ulaştığı inceliğe tarikat; takva ve
verada titizlikle varılan sonuca, hakikat; ve nihayet bu
yaşamanın, mânâ açısından kişide ifade ettiği bilgi
planındaki sonuca ma'rifet denir ki, meydana gelişi,
yaşamakla sıkı sıkıya irtibatlıdır. Bunlardan ilki avama,
ikincisi havassa aittirdirler. Hacı Şa'ban Velî bu dört
mertebeyi şöyle anlatır: Şeriat beden için, tarikat kalp
için, hakikat ruh için, ma'rifet Hakk içindir.
13. • Marifetin, sırra ait olduğunu söyleyenler de vardır, ilim ile
ma'rifet bir imiş gibi gözükmesine rağmen, aralarında
ince bir fark vardır: ilmin zıddı cehil iken, ma'rifetin zıddı,
inkardır. İlim kesbî iken, ma'rifet vehbîdir. Hafnî de, bu
konuyu şu şekilde açıklar: Kul, Allah'ı sıfat ve isimleri ile
bilir, Allah'la arasındaki kulluk muamelesinde ciddi,
samimi ve doğru olur, sonra kötü ahlâkını düzeltme
yoluna gider. Hakk'ın kapısından sürekli olarak ayrılmaz,
yani kalbi ile sürekli itikâf halindedir (yani ihsanı yaşar).
Sonra kendisine hatıralar gelir, sürekli içten Allah ile
münâcât (söyleşi, yalvarı) halinde olur. Allah tarafından
kalbine gelen sırlardan bahseder, işte bu durumda olan
kiÅŸiye arif ve bu kiÅŸinin bilgisine de ma'rifet denir.
Nefsinin kötülüklerinden ne denli uzak olursa, Rabbi
hakkındaki ma'rifeti, o denli artar. Bir kimsede ma'rifetin
meydana geldiÄŸinin belirtisi, o kiÅŸide Allah'dan heybetin
zuhur etmesidir. Ma'rifeti fazla olanın, heybeti fazla olur.
Bazıları da ma'rifeti fazla olanın sekîneti fazla olur,
demiÅŸtir.
14. • MA'RİFET-İ NEFS: Nefsi bilmeyi ifade eden Arapça bir
söz. Bu "men arefe nefsehû fekad arefe Rabbehû"
ifadesiyle bildirildiği gibi, insanın Rabbini bilmesi, önce
kendisini bilmesine bağlıdır. Nefisten hareketle, Allah'a
ulaşmanın, çeşitli âyetlerde destek gören bir yanı vardır:
"Ufuklarda ve kendi nefislerinde âyetlerimizi göstereceğiz
ki, onun gerçek olduğu onlara iyice belli olsun..."
(Fussilet/21). "Ve nefislerinizde olanı görmüyor
musunuz?" (Zâriyât/21). İnsanda Allah tarafından
üfürülmüş (menfûh) bir ruh vardır. Bu da Rab'den bir
emirdir. Bu ruhun insan bedenindeki faaliyeti sonucu,
içgözlem veya enfusî seyr ile onun ait olduğu yer
hakkında, ma'rifet denilen bir tür bilgi husule gelir.
İnsanın hakikati olan bu ruh, arifane bilme ile bilinirse,
onu üfleyene ait bilgi de, otomatikman ortaya çıkar.
15. • MA'RİFETULLAH: Allah'ı bilme, Allah
bilgisi anlamında Arapça bir tamlama.
Allah'ın varlığının ve birliğinin bilinmesini
ifade eden bir tabirdir. Kulun Allah'ın
sıfatlarını, esmasını düşünmesi vâcibdir.
O'nun yüceliğini, kendisinin âciz ve sonlu
bir varlık olduğunu şuûrî seviyede
anlamak ve kulluÄŸun esprisine ulaÅŸmak,
her mü'minin görevidir.
16. • KALB: Arapça, bir şeyin altını üstüne getirmek,
çevirmek, vs. gibi anlamları ihtiva eden bir kelimedir.
Biyolojik ve anatomik olarak insan göğsünün sol
tarafında bulunan çam kozalağına benzeyen bir et
parçasıdır. Ana rahminde, insan varlığının jinekolojik
oluşum sürecinde meydana gelen (gebeliğin üçüncü
haftasının sonunda) ilk organdır. Tasavvufî olarak kalb;
insanın mahiyeti, madde ile mânânın birleştiği yer, akıl,
ruh, Allah'ın tecellî ettiği mahal, İlâhî latîfe gibi çok yönlü
manaları ifâde eder. Biyolojik manadaki kalb, insanda
olduÄŸu gibi, hayvanlarda da bulunur. Ä°kinci anlamdaki
kalb ise, sadece insanda bulunur ve insanı hayvandan
ayıran özelliktir. Molla Camî, Fusûs Şerhi'nde kalb;
mizacı kuvvetler ve cismanî gerçekler ile ruhanî
gerçekler ve nefsanî gerçekler arasını bir araya getiren
(cem eden) hakikatdır, der.
17. • Mutasavvıflara göre; manevî kalbin maddî kalbe
bir nevi taalluku (bağlantısı) vardır. Ve bu kalp,
insanın hakikatidir. Bu latîfe, idrâk edicilik ve
bilicilik özelliklerine sahiptir. Muhatab, mütâleb
ve muâteb olan işte budur. Türkçe'de kalbe,
gönül denir. Can tabiri de kullanılır. "Kalbe
bakıcı": Bayramî melamîlerinde, irşada izinli
kişilere verilen addır. Kalple ilgili bazı atasözleri
şu şekildedir: Kalp bir sırça kadehtir, çabuk
kırılır. Kalp kalbe karşıdır. Kalpten kalbe yol
vardır.
• Fukara kalbine her kim dokuna
• Dokuna sinesi Allah okuna
• La edrî
18. • NEFS: Arapça bir kelime olup çok sayıda
manaları ihtiva eder: Ruh, akıl, insanın bedeni,
ceset, kan, azamet, izzet, görüş, kötü göz, bir
ÅŸeyin cevheri, hamiyyet, iÅŸkence, ukubet, arzu,
murad. Tasavvufî olarak Kâşânî'nin ifâde ettiği
gibi, kendisinde iradî hareket, his, ve hayat
kuvveti bulunan latîf buharlı bir cevherdir.
Kötülüğü emreden manasında anlaşıldığı gibi,
Allah tarafından insana üflenen ve ruh-i
Rahmânî, ilâhî ben mânâsına da kullanılmıştır.
Hakîm Tirmizî bunu şöyle tanımlar: O, hayvanî
ruhdur, kalb (nefs-i natıka) ile beden arasında
vâsıtadır. Kendisine, Kur'ân-ı Kerim'de
mübareklik özelliğini taşıyan, şarka ve batıya ait
bulunmayan ağaç olarak işaret edilir. (Nur/35).
20. • Türkçemizde bu kelime çeşitli şekillerde
kullanılmıştır:
• Nefsine hâkim olmak: Arzu ve isteklerine
veya öfkesine hakim olmak, sabretmek
demektir. Nefisle mücadele, dünyevî
muharebeden güçtür: Burada, Tebûk
seferinden dönen Hz. Peygamber (s)'in
"Küçük cihaddan, büyük cihada (Ramazan
ayındaki oruç) döndük" sözlerine telmih
vardır. İnsanın nefsini terbiye etmesinin,
kontrol altında tutmasının zor olduğuna,
bu söz ile işaret edilir.
21. • Nefsini bilen Rabbini bilir: Bu sözün, hadis olması
hususu tartışmalıdır. Ancak sûfîler, bu ifadeyi sık sık
kullanırlar. İnsanın, kendisi üzerinde düşünmesini tavsiye
eden çeşitli âyetler vardır. Bu, âyetler, âfâk denilen dış
dünya hakkında düşünerek Hakk'a ulaşmanın mümkün
olduğunu gösterdiği gibi, enfüs denilen iç dünya üzerinde
de düşünerek aynı sonuca varılabileceğini gösterir.
Gölpınarlı bu ifâdeyi, şu şekilde açıklamıştır: "Nefsini
bilen, yani, kendisini acz ile, noksanlıkla, bilgisizlikle,
yoklukla bilen, Rabbisini bilir, yani Rabbisini kudretiyle,
yüceliği ve kemâliyle, bilgisiyle, varlığıyla bilir".
• Bilmek istersen seni
• Can içre ara canı
• Geç canından bul ânı
• Sen seni bil sen seni.
• Hacı Bayram Velî
22. • NEFS-İ EMMARE: Emredici nefs anlamına
Arapça bir tamlama. Kâşânî, bu nefsin, bedenî
tabiata meylettiğini, lezzet ve hissî şehvetleri
körüklediğini söyler. Yani kalbi, ulvî değil, süflî
(aşağılık, alçak) şeylere celbeden şeye nefs-i
emmâre denir.Yusuf suresinin 53. âyeti
kerimesinde bu nefse iÅŸaret edilmiÅŸtir: "Ben
nefsimi temize çıkarmıyorum, zira nefis,
kötülükle emredicidir..." Nefs-i emmâre, şer
yuvası, kötü fiillerin, yerilmiş ahlâkın kaynağıdır.
• Nefs-i emmâreye uymak ne hatâ.
• Heb ânındır bu emmârât-ı hevâ.
• Sünbülzâde Vehbî
23. • NEFS-İ KUDSİYYE: Kutsallaşmış nefis
anlamında Arapça bir söz. Buna ilâhî nefis
de denir. Yakinî bir şekilde, kemâlâtın
tamamını veya büyük bir kısmını hâiz
olma melekesini elde etmiş yüce nefse,
kudsî nefis denir.
• NEFS-İ KAMİLE: Arapça, olgun nefis
demektir. Tasavvufî olarak, bütün olgunluk
özelliklerini elde etmiş, irşâd durumuna
geçmiş nefse, nefs-i kâmile denir. Buna,
bir bakıma, nefs-i kudsiyye, nefs-i sâfiyye
ve nefs-i zekiyye de denebilir.
24. • NEFS-İ LEVVÂME: Kınayıcı nefis anlamına Arapça bir
ifâde. Tasavvufî olarak, bir parça kalbin nuru ile
nurlanmış, o nur ölçüsünde uyanıklık kazanmış nefistir.
Levvâme sıfatını alan nefis, yaptığı kötü işlerin
farkındadır, yani, gafletten bir parça sıyrılmıştır. Bu
yüzden kendisini kınar, onları yapmak istemez. Ancak
yeterince olgunlaşmadığı için onları yapmaya devam
eder. Bununla birlikte, bir takım iyileşmeler mevcuttur.
Yüce Allah'a doğru seyreden (ilallâh) nefsin yeri, Berzah
âlemidir. Sevgi halinde bulunur, Hz. Peygamber (s)'in
davranışlarını örnek alır. Levvâme'de, nefsin bazı
sıfatları aynen bulunur, iyileşme, kötü olan yönün
eleştirilmeye başlanmasıdır. Bu durumda, Kur'ânî
emirlere saygı ve bağlılık artmıştır. Namaz, oruç, sadaka
vermek gibi salih amellerde fazlalaşma görülür.
Amellerini Allah için yapar, ancak bunun böyle olduğunu,
halkın da bilmesini ister. Artık nefis bu vasfıyla
tevbekârdır.
25. • NEFS-İ MARDIYYE: Arapça, hoşnut olunan
nefis, kendisinden razı olunan nefis anlamına
gelir. Allah bu nefisten razıdır. Nefsin altıncı
makamıdır. Bu vasfa kavuşan nefis; beşerî
istekleri terk etmiş, güzel huylu olmuştur.
Kusurları affeden, güzel düşünen, şefkatli, eli
açık, insanları sırf Allah için seven, hassas, ince
düşünceli, nefis muhasebesini en iyi şekilde
yapan, herkeste bulunmayan güzel meziyetlere
sahiptir. Bu nefis, Allah'ın izin verdiği kadarıyla,
Allah tarafından bazı gayb sırlarına vâkıf olur.
Bunlar, Allah'ın ona ihsanıdır".. Ben onun işiten
kulağı, gören gözü, söyleyen dili, tutan eli
olurum..." kudsî hadisinde anlatılan kişi, budur.
Allah'ın izniyle başka şahıslara tesir edebilir.
Bkz.: Fecr/28.
26. • NEFS-İ MUTMAİNNE: Doyuma, huzura, rahata
kavuşmuş nefis anlamına Arapça bir ifâde. Bu
nefis; kötü sıfatlardan sıyrılmış, güzel ahlâk ile
ahlâklanmıştır. Kaşanî bunu, kalbin nuru ile
aydınlanıp, kötü huyları silinmiş nefis, diye
tanımlar. Bu nefis, ibâdetlere devam ile
kudsiyyet âlemine yönelmiştir. Fecr suresinin
son âyetlerinde bildirilen ve "Cennetime gir"
hitabına mazhar olan nefis budur. Bu vasfa
sahip nefsi, bazı kaynaklar şu şekilde tarif
ederler: "Nefis, İlâhî emirler altında sakin ve
şehvetlere karşı çıkarak ızdıraptan kurtulursa
mutmainne olur".
27. • Bu nefsin dördüncü makamıdır. Bu makamda
nefsin üzüntüleri "yâ eyyetühe'n-nefsü'l
mutmainneh" hitabı ile son bulmuş, kalp her
ÅŸeyden emin olmuÅŸtur. Allah'a doÄŸru giden bu
nefis sahibinin kalbi, tam ve gerçek bir inanışa
sahiptir. Şeriatın bazı sırlarını elde etmiş,
cömertlik, doğruluk, yumuşak gönüllülük, güler
yüzlülük, tatlı dillilik gibi güzel sıfatları
kazanmıştır. Daima tevekkül, tefvîz, teslim,
sabır, rızâ halleri içindedir. Kalbi, her an huzur
ve sükûn içinde, şükür ve sena eder, kusurları
örter, hataları bağışlar, islâm'ın emirlerinden
zerre kadar ayrılmaz. Hz. Peygamberin ahlâkını
güzel bir şekilde yaşar ve bundan zevk alır.
Allah'ın izniyle, bir takım keşif ve ilhamlara
sahiptir (Bkz. Fecr/27).
28. • NEFS-İ MULHİME: ilham ve keşfe nail olan
nefis, iyiyi kötüden ayıran irâdeye, nefs-i
mülhime denir. Bu, nefsin ulaştığı üçüncü
makamdır. Bu, bir iyileşme derecesidir. Artık
nefis, sevabını ve günahını Allah'ın yardımı ile
bilmektedir; bu sebeple,
• Allah'tan gayrı herşeyden uzaklaşır. Ruhlar
âlemine yönelen bu nefis, aşk hali içindedir, ilmi
sever, cömerttir, kanaatkar ve mütevazidir. Sabır
ve tahammül gücü artmıştır. Müsamahakârdır,
zahmete ve işkenceye katlanır. Kainatın sırrına
hayran kalır, halkı terkedip Hakk'a yaklaşır. Sözü
güzel ve hikmetli olur.
29. • NEFS-İ NATIKA: Arapça, konuşan nefis anlamına gelir. Zâtında
maddeden sıyrılmış, ancak, yaptığı işte, maddeye bitişik olan bir
cevherdir. Feleklerin nefisleri de böyledir. Akıl'a da, nefs-i natıka
denir.
• NEFS-İ RÂDIYE: Arapça, razı olan, hoşnud kalan nefis demektir.
Rızâ makamına eren nefis. Bu durumdaki nefis, kendi irâdesinden
vazgeçip Hakk'ın irâdesine tâbi olur. Hiç bir şeyden şikâyet etmez.
Nefsin olgunluk yolundaki beşinci makamı, râdıye'dir. Nefs yerilmiş,
beşerî özelliklerden kurtulup, fenâ'ya ulaşmıştır. Artık o, emir ve
yasaklara tam olarak uyar. Kendinde güzel ahlaklar zuhur eder.
Zaman zaman, Allah'ın isimleri ve sıfatlarının tecellîsine mazhar
olur. iyilikler onun şahsiyetidir, Hakka'l-yakîn mertebesine ulaşmıştır.
Bkz.: Fecr/28.
• NEFS-İ RAHMANÎ: Rahman'a mensub olan nefise denir. Buna
kudsî ve İlâhî nefis de denir.
• NEFS-İ SÂFİYYE: Arınmış nefis anlamına Arapça bir ifâde. Nefs-i
kâmileye, nefs-i sâfiyye diyenler de vardır.
30. • RUH: Arapça, ruh, nefs, Cebrail vs. gibi
anlamları olan bir kelime. Kaşanî, bunu
mücerred (soyut) insan latifesi olarak tanımlar,
el-Bennacî ise ruhu, "histen daha latif bir cisim
olup ona dokunulmaz, insanların büyük
çoğunluğu onu anlamaz" diye tarif eder. Ibn Ata,
Allah'ın, ruhu cesedlerden önce yarattığı
kanaatindedir. BaÅŸka bir grup da, ruhu, yoÄŸun bir
alandan ortaya çıkmış bir latife olarak
değerlendirir. el- Kahtabî ruh, Kün zilleti altına
girmemiÅŸtir, zira diridir, diyerek, onun halk deÄŸil
de emr âlemine ait olduğuna işaret etmek ister.
• Ruh genelde üç noktada ele alınmıştır:
31. • 1- Hareketin temeli (ma bihi'l-hareke) : Maddenin
mukabili, yani kuvvet. Madde veya kuvvet, madde veya
ruh denildiği zaman bu anlaşılır. Bu, ruhun en genel
manasıdır. Bu bakımdan ele alınırsa, elektrik başta
olmak, üzere, harekete geçirici her kuvvet, bir tür ruh
olarak deÄŸerlendirilebilir.
• 2- Hayatın temeli (Ma bihi'l-hayat) : Hayat gücü, geniş
manasıyla bu hayat, bitkisel hayatı içine alır. Bu
bakımdan, bütün bitkiler için, ruh tabiri kullanılması
vakidir.
• 3- İdrak'ın temeli (Ma bihi'l-idrak) : Bu da, insanî hayatla
sonuçlanan hayvanî hayattır. Bu ruh, bitkisel ruhtan da
özeldir. Ruh bu tavrıyla en yüksek zirvesine ulaşmıştır.
Bu ruha, ruh-ı insanî denmiştir, ilim irade, kelam, ta'akkul
(akletmek), marifet, basit vicdan vs. gibi bütün şuur
olayları, işte bu, ruh-ı insanîde ortaya çıkar.
32. • Ruh hakkında çok şeyler söylenmiş olmakla
birlikte, o, az bir grup hâriç, küçük veya büyük
kıyamete kadar bir varoluş sırrı şeklinde
hayatiyetini sürdürecektir. Allah'tan üfürülen ruh,
ölümle maddî bedenden ayrılır. Mevlanâ'nın
dediği gibi, ruh, maddî bedene bir iple, boyun ve
enseden bağlanmıştır. Azrail bu ipi kesince
bedenin hayatiyeti sona erecek, ruh kendi aslına
(Rabba), beden de kendi aslına (toprağa)
dönecektir. Ruh ile ilgili bir dua, atasözü şeklinde
söylenir : "Ruh-ı revanı şad ü handan olan": Yani
ruhu ahirette mutlu sevinçli olsun. Kötü kişilerin
ardından da, "ruh-ı revanı baldıran (zehir) ola"
denir.
33. • RUH-I A'ZAM: Arapça, en büyük ruh demektir.
Rububiyyeti bakımından, ilâhî zat'ın zuhur yeri
(mazharı) olan ruh-ı insanîden ibarettir. Onun
künhünü, Allah'tan başkası bilemez. Ruh-ı
Azam'a, akl-ı evvel, hakikat-ı Muhammediyye,
nefs-i vahide, hakikat-ı esmaiyye gibi isimler de
verilir. Allah'ın, kendi sureti üzere halkettiği ilk
varlık (mevcut) budur. Bu, en büyük halifedir.
• RUH-I EMİN: Arapça, güvenilir ruh demektir.
Cebrail (a)
• RUH-I İNSANÎ: Arapça, insana ait ruh demektir,
insandaki ruh için kullanılır. Ruh-ı hayvanîye
binmiÅŸ olarak insanda mevcut olan latifedir,
müdrik bir bilicidir, insanî ruh, emir âleminden
inmiştir. Akıllar bunun mahiyetini bilmez.
34. • SEYR: Arapça, yürümek, gezmek, gitmek demektir.
Allah'a ulaşmak üzere yapılan manevî yolculuğa, seyr
denir. İki türlü seyr vardır: 1) Seyr-i Nuzûlî: Mukayyed
vücûd (varlık)'un ortaya çıkması için mutlak vücud
(varlık)'un seyri. Bu ehadiyet'in imkan mertebesine,
mutlakın mukayyede, küllün (bütünün) cüz'e (parçaya)
inişidir. 2) Seyr-i Urûcî: Mukayyedin mutlakda yok olmak
üzere yaptığı seyir. Cüz'ün, külle seyri. Buna seyr-i şuurî
de denir. Bu seyr, insan mertebesinden Mutlak'a
kadardır.
• SEYR ANİ'LLAH: Arapça, Allah'tan seyr demektir.
Sülûkun dört mertebesinden, dördüncüsüdür. Buna
"telvin ba'de't-temkin" (temkinden sonra telvin) denir. Bu
seyir vahdet (birlik)'ten, kesret (çokluk)'e doğrudur.
Bundan gaye, Hak'dan halka terbiye ve irşâd için
dönüştür. Bu yüzden, seyr-i anillaha "beka ba'de'l-fenâ",
"sahv ba'de's-sekr" veya "fark ba'de'l-cem" de denir. Bu
durumdaki kişi, vahdette kesreti, kesrette vahdeti görür.
35. • SEYR Fİ'LLAH: Arapça, Allah'da seyr demektir. Manevî
yolculuğun dört basamağından ikincisidir. Buna sefer-i
sâni (Cem') de denir. Allah'ın sıfatlarıyla muttasıf,
isimleriyle mütehakkık, ahlakullah ile ahlaklanmak, ufuk-ı
âlâya ulaşmak, bütün bedenî özelliklerinden kurtulmak,
seyr-i fillah'ı tanımlar. Bu seferin nihayetinde, sâlike
vücûh-ı âlemden perdelerin kalkıp, ilm-i ledünnînin
keÅŸfolunduÄŸu kaydedilir.
• SEYR İLA'LLAH: Arapça, Allah'a doğru yolculuk
yapmak demektir. Sülûkun dört mertebesinden ilki. Sâlik
zikrederek Allah'a urûc (yükselme) yoluyla hareket eder.
Bunun sonu, velayet-i suğra (küçük velilik) olup buna
"fena fillah" denir, iki tür seyr-i ila'llah vardır. 1) Seyr-i
afakî, buna suluk adı verilir. 2) Seyr-i enfüsî ki, buna da
cezbe denir.
36. • SEYR MAA'LLAH: Arapça, Allah ile seyretmek
demektir. Dört basamaklı seyr-ü sülûk'un üçüncü
basamağı. Buna "sefer-i sâlis" veya "fark ba'de'l-
cem" denir. Bu mertebede ikilik kalkar. Buna,
"makâm-ı Kabe kavseyni ev ednâ" adı
verilmiştir. Seyr maallah'ın sonu velayettir.
• SEYR Ü SÜLÜK: Arapça, gitmek ve girmek
demektir. Bir ÅŸeyhin nezaretinde, Allah'a vuslat
için çıkılan manevî yolculuk. Seyr ü sülûk'un dört
mertebesi vardır. 1) Seyr ilallah, 2) Seyr fillâh, 3)
Seyr maallah, 4) Seyr anillah.
37. • SÜLÜK: Arapça, yola girmek, yol almak demektir. Bir şeyhe
bağlanan kişinin, belli bir metodla, Allah'a doğru, yani kemalâta
doğru iç (manevî) planda yaptığı yolculuğa sülük denir. Süluk'un
sonunda "Allah'ı sevmek" tefekkürü (murakabe-i muhabbet) verilir.
Ondan sonra "fena" ve "beka" gibi haller ortaya çıkar. Bir kul, en
mükemmel varlık olan Allah (c.c) olmayacağı için, gerçek manada
sülûkun sonu yoktur. Eşrefoğlu Rumî resmî sülûkunu bitirince,
kayınpederi Hacı Bayram Veli (k)'ye "varmamız gereken manevî
kemâlâtın sonu bu mudur?" deyince, şu karşılığı alır: "Bir velinin, bin
yıl ömrü olsa ve bu süre içinde sülûka devam etse, peygamberlerin
topuğuna bile varması imkansızdır." Peygamberimizin (s) Allah (c)'a
en fazla yaklaşan beşer varlığı olarak, Miraç Gecesi'nde, kendisiyle
Rabbisi arasında Kabe Kavseyn (iki kaşın arası) kadar bir mesafe
bırakılmıştır. Eğer o mesafe de olmasaydı, Peygamberimiz Allah'la
ontolojik manada birleşmiş olacaktı ki bu takdirde (hâşâ) Allah
olması gerekirdi. Bu ise muhaldir, mümkün değildir. Zira "vema hüve
illa beşer" (Mü'minûn/24) O, ancak bir beşerdir.
38. • TEVHÎD: Arapça, birleşmek demektir. Cürcanî, Allah'ın
zâtını, akılla tasavvur olunan, zihni olarak hayal
edilebilen herÅŸeyden uzak tutmak, diye tarif eder. Yine
ona göre, tevhîd üç şeyde olur: 1. Allah'ı rubûbiyetle
tanımak, 2. Vahdaniyetle ikrar etmek, 3. Eş ve benzer
olanları O'ndan nefyetmek iki çeşit tevhid vardır: 1.
Kusûdî tevhîd : Sadece Allah'ı kastetmek, istemek veya
Allah'ın istediğini istemek. Yani kulun ve Allah'ın
iradesinin bir noktada birleşmesine kusûdî tevhîd denir.
Bu, kulun iradesini Hakk'ın irâdesinde eritmesi şeklinde
de tanımlanır. 2. Şuhûdî tevhîd : Salikin vecd halinde
masivayı terkederek sadece Hakk'ı görmesidir. Buna,
vicdanî ve zevkî tevhid de denir. Eskiden Allah'ın birliğini
anlatan manzumelere Tevhîd denirdi.
39. • Vahdet-i zât eyleyüb tahkîk,
• İtmişimdir sıfatını tasdîk,
• İlm-ü kudret, hayat ü sem ü basar
• Zât-ı pâkinde oldular muzmer.
• Karaçelebizade Abdülaziz Efendi