ݺߣ

ݺߣShare a Scribd company logo
TASAVVUF
DÜŞÜNCESİNİN
   OLUŞUMU
      VE
SİSTEMLEŞMESİ
TASAVVUF DÜŞÜNCESİNİN OLUŞUMU VE
          SİSTEMLEŞMESİ


 Tasavvuf, başlangıçtan günümüze gelinceye
  değin, farklı nitelikler taşıyan çeşitli
  dönemlerden geçmiştir. Tasavvuf tarihçileri bu
  dönemlerin belirlenmesinde farklı yaklaşımları
  benimserler. Bir yaklaşıma göre tasavvuf,
  tarikatlar öncesi (H. I-VII./M. VII-XIII. yüzyıllar)
  ve tarikatlar sonrası (H. VIII-XIV./M. XIV-XX.
  yüzyıllar) olmak üzere iki dönemde
  incelenmelidir.
 Diğer bir yaklaşıma göre tasavvuf tarihi
  kuruluş (H. I-III/M. VIII-IX. yüzyıllar),
  gelişme (H. III VIII./M. IX-XIV. yüzyıllar) ve
  taklit (H. IX./M. XV. yüzyıl sonrası)
  dönemlerine ayrılır.
 Üçüncü bir yaklaşıma göre tasavvuf Hz.
  Muhammed'den Cüneyd Bağdadî'ye kadar
  (H. IIII./M. VII-IX. yüzyıllar), Cüneyd'den
  Muhyiddin ibn Arabî'ye kadar (H. IV-VII/M.
  X-XIII. yüzyıllar) ve İbn Arabî'den
  günümüze kadar olmak üzere üç
  dönemden geçer.
   Zühd ve İlk Zahidler
   Zühd dönemi, aslında tasavvufun bulunmadığı
    dönemi ifade eder. Bu dönemden sonra gelen
    dönemler, tasavvufun gittikçe Felsefî bir
    karaktere bürünmesiyle birlikte, ulema
    tarafından zaman zaman eleştirilere
    uğramıştır. Zühd, yanlış yorumlara maruz
    kalmış konuların başında gelmektedir. Mesela
    bu konuyu açıklamaya çalışan birçok kaynak
    zühdde Hz. Peygamberin ve sahabenin
    hayatından örnekler verirken onların açlığa ve
    yokluğa nasıl göğüs gerdiklerini günlerce
    karınlarına nasıl taş bağladıklarını anlatırlar.
    Oysa zühdün gerçek anlamı bunlardan çok
    uzaktır.
 Bu Devrin Özellikleri: Bu devirde, halvet,
  uzlet, riyazet, mücahede, sabır, tevekkül
  gibi her müslüman tarafından anlaşılabilen
  terimler vardır. Yani tasavvuf henüz
  ıstılahları vaz’edilmiş müstakil bir ilim dalı
  haline gelmemiştir. Bu dönemde en hâkim
  duygu zühd ve Allah korkusu idi ki bunu
  en güzel bir şekilde gördüğümüz zahid,
  Hasan el-Basrî’dir.
 Hasan el-Basrî ayrıca tefekkür ve nefis
  muhasebesine önem veren birisi olarak tasavvuf
  tarihinin ikinci safhası olan ‘Tasavvuf Dönemi’nin
  en ünlü simalarından Haris el-Muhasibi’yi
  etkilemiştir. Bu dönem sûfîlerinden bir diğeri olan
  Rabia el-Adeviyye’de ise ‘Allah Aşkı’ ön plana
  çıkmıştır. Düşüncelerinde Vahdet-i Vücud’un
  izlerini bulmanın mümkün olduğu Rabia el-
  Adeviyye, Tasavvuf Döneminde karşımıza
  çıkacak olan Maruf el-Kerhî, Zünnun el-Mısrî,
  Bayezıd el-Bistamî, Cüneyd el-Bağdadî, Hallac,
  Haris el-Muhasibî gibi birçok ünlü sûfî ve
  mutasavvıfı düşünceleriyle etkilemiştir
 Evine kapanıp dışarı çıkmayan Rabia el-
  Adeviyye’ye bir hizmetçi: “Dışarı çık da
  ilâhî sanatı seyret!” deyince O: “İçeri gir de
  sen de sanatkârı temaşa et!” diye cevap
  vermiştir. Kendisiyle evlenmek isteyen
  Hasan el-Basrî’ye: “Bende vücud yok ki
  evleneyim” diye cevap vermişti ki bu
  düşünce, Vahdet-i Vücud’un ilk nüvesi
  olarak kabul edilebilir.
   Zühdden Tasavvufa Geçiş
   Bu dönemde (H. III-VI. asırlar) tasavvuf artık
    sadece ‘zühd’ olmaktan çıkıp günümüz
    tabiriyle ‘mistisizm’ diyebileceğimiz bir
    karaktere bürünmeye başlamıştır. Bu açıdan
    dönem, tasavvufun bir ilim olarak teşekkül
    etmeye başladığı, temellerinin atılıp
    prensiplerinin belirlendiği, büyük
    mutasavvıfların yetişmeye, tasavvuf
    klasiklerinin yazılmaya ve böylece sûfîlerin
    toplum içerisinde artık müstakil bir sınıf
    oluşturmaya başladığı bir dönem olma
    özelliğini taşır
 Bu dönemde ruhî ve Bâtıni bazı haller, ruh
  tasfiyesi, Allah’a vusul, marifeti elde etme
  gibi konular, artık herkesin anlamayacağı
  kelimelerle ifade edilmeye başlamıştır. Bu
  kelimelerden önemlileri şunlardır:
 a) Vakt: Kulun üzerine gelen ilâhî varidat
  ve Rabbani tecellîyatın zamanıdır ki, o
  varidat gelince kulu tasarrufu altına alır.
  Kulun iradesi olmadan kalbine gelen hale
  de ‘Varid’ denir.
 b) Tevacüd-Vecd-Vücud: Salikin ihtiyarı ile
  vecdi davet etmesine tevacüd; zorlaması
  olmadan kalbine gelen hale vecd; vecdin
  yükselişine yani beşerî sıfatların tamamen yok
  olup buluşmanın gerçekleşmesine vücûd denir.
 c) Hal: Hakk’tan kalbe gelen bir his heyecan ve
  manadır.
 d) Marifet: Allah’ı sıfat ve isimleri ile tanıma,
  daima O’na münacat hali içinde olma,
  yaptıklarıyla O’nu tasdik etme, kötü huylardan
  kaçınma, kalbini yalnızca O’na verme hali.
 e) Fenâ-Bekâ: Fenâ, kulun fiilini görememe
  halinde bulunmasıdır. 3 türlü Fenâ hali vardır.
 1- Fenâ fi’l-Kusud: Kulun kendi irade ve
  isteğine göre değil Allah’ın irade ve isteğine göre
  hareket etmesi, Allah’ın iradesinde yok
  olmasıdır.
 2- Fenâ fi’ş-Şuhud: Allah’tan başka bir şeyi
  görmeme, aşkın ve vecdin tesiriyle her şeyi
  Allah’ın tecellîsi olarak görme.
 3- Fenâ fil-Vücûd: Varlıkta fani olmak herşeyi
  Allah olarak görmek, Allah olarak bilmek.
  Fenâ’nın zıddı daha doğrusu devam ve gereği
  ‘Bekâ’dır. (Allah’ın sıfat ve vasıflarıyla
  süslenmektir.)
 f) Cem’ – Fark – Cem’ul-Cem: Cem’ kadim yani
  öncesiz olan Allah ile hâdis yani sonradan
  yaratılmış arasındaki tefrikanın, farkın ortadan
  kalkması ki bu Allah’ı müşâhade ile gerçekleşir.
  Tam tefrika’nın karşıtı olan cem’e cem’ul-cem
  denir. Yani salikin ne kendini ne de halkı
  görmesi sadece hakikat sultanını (Hakk’ı)
  görmesidir.
 g) Mahv-İsbat: Kulun aklından gaib olması
  bakımından âdeten sahip olduğu vasıfların
  ortadan kalkması. Hakiki mahv, cem’ halinde
  gerçekleşir. Mahv’ın zıddı isbat’tır.
 h) Gaybet-Huzur: Kalbin maddi âlem ile ilgisini
  kesmesine gayb, zıddına huzur denir.
 ı) Zevk-Şirb-Reyy: Zevk, Hakkın tecellîlerinin
  sonucu olarak duyulan zevktir. Bunu içmeye
  şirb, içip kanmaya reyy denir.
 i) Havf-Recâ: Allah’ın kahrından korkarak dinde
  sabit olmak. Zıddı recâdır.
 j) Kabz-Bast: Havf ve recânın üzerinde iki
  haldir. Emin olunan şeyden korkmak kabz,
  bunun zıddı da basttır. Yani ümit ve güven
  halidir bast.
 k) Heybet-Üns: Heybet de korku
  anlamına gelir ama bu korku “kavuştuğu
  sevgilisinin haddi Zâtında azametli, celalli
  olmasından sakınıp korkmaktır. Kabz
  halinden bir derece yüksektir. Heybet
  halinde olan gaybeti yaşar. Üns bu halin
  zıddıdır ve bu haldeki kişi aynı zamanda
  ‘sahv’ı yaşar. Üns, bast halinden bir
  derece yüksektir.”
 l) Kurb-Bu’d: Kurb, Allah’a taate yakın
  olma; bu’d uzak olma halidir.
 m) Tecellî-Setr: Tecellî, gaybdan gelen ve
  kalbde ortaya çıkan bilgi nurlarıdır. Zıddı setr’dir.
  Avam setr içindeyken havas tecellîyi yaşar.
 n) Levaih-Levami’-Tevali: Gaybden gelen ve
  kalpte kısa süreli olarak kalan bilgi nurlarına
  kalış süresinin uzunluğuna göre bu adlardan
  birisi verilir. En uzun süreli olanı tevalidir.
 o) Muhadara-Mükaşefe-Müşahede: Kalbin
  Allah nezdinde bulunmasına muhadara; bu
  bulunuşun açık bir delille olmasına mükaşefe;
  Hakk’ın kalpte huzuruna (bulunmasına)
  müşahede denir. Bu durumda Allah her şeyde
  görünür.
 p) İlme’l-Yakin – Ayne’l-Yakin – Hakka’l-
  Yakin: Birincisi delille elde edilen bilgi,
  ikincisi keşfle ilhamla elde edilen bilgi,
  üçüncüsü müşahede ile elde edilen
  bilgidir.
 r) Kalb-Ruh-Sırr: Ruh da sırr da
  bedendeki latifelerdendir. Kalb, irfan; sırr
  müşâhade; ruh muhabbet mahallidir.
 TASAVVUFTA SİSTEMLEŞME SÜRECİ
 Hicri III. (M. IX.) yüzyıldan başlayarak
  tasavvuf sistemleşme sürecine girdi. Ne ki
  bu sistemleşme, zühd dönemine oranla
  büyük bir farklılaşmayı da beraberinde
  getirdi. Bir yandan tasavvufun ilke, kural
  ve yöntemleri belirlenirken, diğer yandan
  da Hristiyan, Yahudi, eski Yunan, Hind ve
  İran geleneklerinin, inançlarının etkilerini
  taşıyan kurumlar geliştirildi.
 Allah'a doğru yapılan ruhsal bir yolculuk
  biçiminde tanımlanan tasavvufî yaşantının
  durakları (makam), ilahî durumlar (haller)
  tesbit edildi, nihâyet Fenâ (beşerî
  niteliklerin ilahî niteliklere dönüşmesi)
  kuramına ulaşıldı. Bunu, peygamberlik
  anlayışına yakın bir velîlik anlayışı,
  Hatemü'l-Enbiya'ya (peygamberlerin
  sonuncusu) karşılık Hatemü'l-Evliya
  (velîlerin sonuncusu) düşüncesi ve inancı
  izledi.
 Sistemleşen tasavvuf anlayışına göre
  peygamberler Allah'tan ancak bir melek
  aracılığı ile bilgi alabilirken velîler
  doğrudan, aracısız olarak bilgi (ilham)
  alıyordu. Gerçek bilim (marifet), Allah'tan
  doğrudan alınan bilgiden oluşandı. Evren
  varlığını ve işleyişini bir velîler yönetimine
  (ricalu'l-gayb) borçluydu. Allah, bütün isim
  ve sıfatlarıyla velîde (insan-ı kamil) tecellî
  ediyor, onun ağzından konuşuyordu
  (şatahat).
 Tasavvufun kazandığı yeni biçim İslâm
  hukukçuları tarafından şiddetli bir eleştiriye
  tabi tutuldu. Kimi mutasavvıflar zındıklıkla
  suçlanarak sürüldü, hapsedildi, kimileri de
  öldürüldü. Buna karşılık yeni tasavvuf
  anlayışı gelişimini sürdürerek tümüyle
  Felsefî bir niteliğe büründü. Muhyiddin İbn
  Arabî (ö. 637/1239) ile birlikte varlığın
  birliği (vahdet-i vücud) öğretisi üzerine
  kurulan Felsefî bir sistem durumuna geldi.
 Tasavvufun bu yeni oluşumu ve sistemleşmesi
  içinde yer alan, tasavvufa katkıda bulunan ve
  onu sürdüren mutasavvıfların önde gelenleri
  şunlardı; Bayezid-i Bestamî (ö. 261/874), Hallac-
  ı Mansur (ö. 309/921), Şihabeddin Sühreverdî
  (ö. 587/1190), Hakim Tirmizî (ö. 285/898), Nifferî
  (ö.354/965), Ferüdüddin Attar (ö.620/1220),
  Mevlânâ Celaleddin Rumî (ö. 672/1273),
  Sadreddin Konevî (ö. 673/1274), Fahreddin Irakî
  (ö.688/1493), Abdulkerim el-Cilî (ö.805/1402),
  Kemaleddin Kaşanî (ö .730/1330), Şebüsterî (ö.
  720/1320), Abdullah Bosnavî (ö. 1054/1644) ve
  benzerleridir.
 Tasavvuf, bir varlık birliği (vahdet-i vücud)
  felsefesi ile sonuçlanan gelişimini
  sürdürürken, ikinci bir tasavvuf anlayışı
  daha gelişti. İlk anlayışa yöneltilen şiddetli
  eleştirilerin de hız verdiği ikinci anlayış,
  İslâm kurallarına ters düşmeyecek bir
  doğrultu izlemeyi amaçlıyordu. Bu anlayış,
  ya ilk anlayış tarafından geliştirilen kuramı
  karşıt bir kuramla dengeleme (Fenâ
  karşısında Bekâ gibi), ya da geliştirilen
  kuramı İslâm kuralları açısından yeniden
  yorumlama yolunu tuttu.
 Birincinin tümüyle reddetmesine karşılık akıl ve
  düşünceye olabildiğince önem verdi. Varlık birliği
  öğretisinin karşısına görülenlerin birliği (vahdet-i
  şuhud) öğretisini çıkardı. Tasavvufun bu anlayışı
  içinde yer alan ve gelişmesine katkıda bulunan
  başlıca mutasavvıflar da şunlardı: Cüneyd
  Bağdadî (ö. 297/909), Haris Muhasibî (ö.
  243/857), Serrac (ö. 378/988), Ebu Talib Mekkî
  (ö. 386/996), Kelabazî (ö. 380/990), Kuşeyrî (ö.
  465/1072), Hucvirî (ö. 470/1077), Gazalî (ö.
  505/1111), İmam Rabbanî (ö. 1034/1625).
   Felsefî Tasavvufun Mahiyeti
   Köklerinin Eflâtun (Platon)’da aranması
    gereken Tasavvuf felsefesine göre evren
    tek bir varlıktır. Bu tek varlık Tanrı’dır.
    Ezelî ve ebedî olan, yani sonsuzdan
    gelip sonsuza giden Tanrı zaman ve
    mekân (yer) varolmadan önce vardır,
    hep varolacaktır. Bu tek varlığa, Tanrı’ya,
    Vücud-i Mutlak denir
 Vücud-i Mutlak, yani Tanrı, bütün güzellikleri,
  iyilikleri, olgunlukları da içerir, onun için de, aynı
  zamanda, Cemâl-i Mutlak, Hüsn-i Mutlak, Hayr-i
  Mutlak, Kemâl-i Mutlak’tır. Tanrı önceleri kendi
  evreninde, güzelliğin görkemiyle çevresine ışık
  saçmaktaydı. Ama bu güzelliği görecek yoktu.
  Oysa güzellik görünmek ister. Tanrı da
  görünmek, tecellî etmek istemiş, bir aynaya
  bakar gibi, Adem-i Mutlak’a, yani yokluğa
  bakmış, “Kün” emrini vermiştir. “Kün”, yani ol
  deyince evren oluşmuştur.
 Demek ki bu evrende görülen her şey Vücud-i
  Mutlak’ın Adem-i Mutlak’a yansımasıdır, yani
  evren Tanrı’nın yoklukta yansıyan görüntüsüdür.
  Öyleyse insan da Tanrı’nın görüntüsünden bir
  parçadır, Tanrı’dan bir parçadır. Tanrı o aynadan
  yüz çevirince, ki aslında o ayna da bir kuruntu,
  bir hayaldir, bütün evren yok olacaktır. Yani
  Vücud-i Mutlak Adem-i Mutlak’a bakmadığı anda
  bu hayal âlemi, görüntünün aynadan siliniyi gibi
  silinecek, o ayna bile yok olacak, yalnızca Tanrı
  kalacaktır.
 Burada insanın nasıl yaşaması gerektiği
  konusu çıkıyor ortaya: İnsan bu fanî
  âlemde, yani ölümlü dünyada, nasıl
  yaşamalı? Evrende, dünyada, insanda
  kalıcı varlık nitelikleriyle, geçici varlık
  nitelikleri birlikte bulunduklarına göre,
  insan kalıcı niteliklere sarılıp geçici
  niteliklerden arınmaya çalışmalıdır. Kalıcı
  nitelikler, yaşarken de onu Tanrı’ya
  yaklaştırır, geçici nitelikler ise onu
  Tanrı’dan uzaklaştırır, Tanrı ile kullarının
  arasına girer.
 İnsanın yeryüzündeki kötülüklerden,
  çirkinliklerden, çiğliklerden arınması,
  nefsini yenerek benliğini öldürmesiyle,
  kendisini Tanrısal aşka vermesiyle
  sağlanabilir. Dünyadaki geçici niteliklerden
  arınmayan, kendini Tanrısal aşka
  vermeyen bir kimsenin, gökten inen bütün
  kitapları okusa da, namazını niyazını
  yerine getirse de, Tanrı’ya ulaşması
  olanaksızdır.
 İnsan Tanrı yoluna, tarikata girdikten
  sonra, davranışlarıyla çeşitli
  mertebelerden geçer. Hazarât-ı Hams
  denen bu beş mertebenin (Hazret-i Gayb-i
  Mutlak, Âlem-i Ceberûd, Âlem-i Melekûd,
  Âlem-i Şehâded, Âlem-i İnsan-ı Kâmil)
  sonuncusu bütün öbür mertebeleri de
  kapsar. Tasavvuf felsefesinde insana
  verilen önem, İnsan-ı Kâmil’de doruğuna
  varır. Bu mertebe Tanrı ile bir olmanın,
  Fenâfillah, Bekâbillah mertebesinin
  eşiğidir.
 Yaşarken Tanrı varlığında erimiş, Tanrı ile
  bir olmuş bazı sofiler bu durumları
  anlatmak için “Enel Hak” (ben Tanrı’yım)
  derler. Mezhep çatışmalarında, Sünnî-Şiî
  çekişmelerinde bu söz yüzünden canını
  vermiş Tasavvuf uluları vardır. X. Yüzyılda
  İranlı Hallac-ı Mansur bu yüzden asılmış,
  XV. Yüzyıl başında Bağdatlı Seyyid
  Nesimî bu yüzden diri diri derisi yüzülerek
  öldürülmüştür.
 Tasavvuf felsefesinde insana verilen önemi
  anlamak için Devir Kuramı’ndan da söz etmek
  gerekir. Bu “Dönüş Kuramı”na göre, varlıklar
  Âlem-î Gayb’dan Âlem-î Şühud’a indiklerinde,
  yani yokluk dünyasından varlık dünyasına
  indiklerinde, önce cansız varlık, sonra bitki,
  sonra hayvan, sonra da insan biçiminde
  görünürler. Varlık insan mertebesine yükselince,
  gerçeği bilmek, aslına kavuşmak özlemi duyar,
  derece derece yükselerek İnsan-ı Kâmil olur,
  Tanrı’ya, yani aslına kavuşur. Âlem-i Gayb’dan
  Âlem-i Şuhud’a inmeye Seyr-i Nüzul denir.
  Cansız varlıktan yükselip Tanrı’ya ulaşmak ise
  Seyr-i Uruç’tur. Bu iniş çıkışa, Tanrı’dan inip
  Tanrı’ya yükselmeye de Devir denir.
   Felsefî Tasavvufun Temsilcileri
   2.1- Hakim Tirmizî
   Hakîm Tirmizî 820 senesi civarında Tirmiz’de
    doğmuştur. Bu şehir günümüzde Sovyet Rusya ile
    Afganistan sınırında, Belh’in hemen yanıbaşında
    bulunmaktadır. O, dini ilimlerle meşgul olan bir
    aileden gelmektedir. Otuz yaşları civarında iken o,
    Hac vazifesini eda etmek için Mekke’ye gitmiştir.
    Dönüşünün hemen ardından kendisini tasavvufa
    vermiş ve bu alanın velûd müelliflerinden biri
    olmuştur. Bu yönüyle de o, İbnü’l-Arabî’ye
    benzemektedir. Hakîm Tirmizî oldukça uzun bir
    ömür sürmüş ve 905-910 yılları civarında (tam
    olarak bilinmeyen bir yerde) vefat etmiştir.
    Tirmiz’deki türbesi korunmuş ve son zamanlarda
    da restore edilmiştir.
 Onun müellefâtının büyük bir bölümü muhafaza
  edilmiş ve tasavvufun gelişimi üzerinde dikkate
  değer bir etki yapmıştır. Özellikle, her ne kadar
  en hacimli eseri değilse de en çok bilinen Allah
  Dostlarının Hayatı (ya da yolu) şeklinde tercüme
  edilebilecek olan Sîretü’l-evliyâ için bunu
  söylemek mümkündür. Bu eser günümüze kadar
  “Velîlerin (Allah Dostlarının) Mührü” anlamına
  gelen Hatmu’l-evliyâ adıyla bilinmekteydi. Bu
  kitap ilk olarak, şu anda İbnü’l-Arabî’nin
  Fütûhâtü’l-Mekkiyye’sinin yeni edisyonunu
  hazırlamakta olan Osman Yahyâ tarafından
  tahkikli olarak neşredilmiştir.
 Hakîm Tirmizî bunu, Sîretü’l-Evliyâ’nın girişinde
  bazı tanımlamalar yoluyla açıklar. O, iki tür Allah
  dostu (velî) arasında temel bir ayrım yapar.
  Bunlardan birine Velîyyullâh derken diğerine de
  Velîyyu hakkillâh adını verir. Velîyyullâh tabiri
  belli bir sıkıntıya yol açmazken bu basitçe Allah
  dostu (velî) demektir. Velîyyu hakkillâh’ın
  tercümesi oldukça çetrefilli bir iştir. Bu durum
  hakk teriminin tam bir tarifini yapamamaktan
  kaynaklanmaktadır. Hakk “hak”, “doğru”,
  “gerçek” anlamlarına gelmektedir. Bu kelime
  çoğu zaman Mutlak Hakikat olan Allah hakkında
  (anlamında) kullanılmaktadır. Aynı şekilde hakk,
  iki anlamı da çağrıştıran “hak” manasına
  gelmektedir.
 2.2- Sühreverdî
 Şahabeddin Sühreverdî Maktûl veya tüm isim ve
  künyesiyle Ebu'l-Fütûh Şahabeddin Yahya bin
  Habeş bin Emîrek Sühreverdî Maktûl
  (1115-1191), ünlü İslâm filozofu ve işrakîlik isimli
  fikrî akımın kurucusu.
 Asıl adı Yahya bin Habeş bin Emîrek olan
  Sühreverdî'nin Türk olduğu tahmin edilse de bu
  kesin değildir. Birçok konudaki bilgisi nedeniyle
  Şihâb yıldızından esinlenerek Şahabeddin veya
  Şihâbeddin olarak anılmış,Sühreverd'de
  doğduğu içinse Sühreverdî olarak anılmıştır.
  İdam ettirilerek öldürüldüğü için daha sonra
  künyesine Sühreverdî'nin ardından Maktûl de
  eklenmiştir.
 Eğitiminin ilk yıllarında Sühreverdî Meşşâi ekole
  yakınlık duymuş, bu konuda kendisini geliştirmiş
  ve bazı eserler kâleme almıştır. İlk zamanlardaki
  bu eğilimini daha sonra kendi felsefesi olan
  işrâkîliğe dair yazdığı eserlerde de belirtmiştir.
  Eğitimini tamamladıktan sonra birçok bölgeyi
  ziyarete gitti ve dönemin bazı önemli isimleriyle
  fikir alış verişinde bulundu. Bu sıralarda
  felsefesinin temelini oluşturacak çeşitli
  deneyimler yaşadığını açıklamıştır. Yine bu
  sıralarda adı duyulmuştu, saray çevrelerine
  yakınlaşmıştı ve birçok önemli devlet adamına
  ders verdi.
 Anadolu'da yıldızı parlamaya başlayan
  Sühreverdî'nin başarısı çeşitli kimselerin
  ona karşı çıkmasına yol açmış ve sonuç
  olarak öldürülmesi gerektiğini savunan
  birçok kişi ortaya çıkmıştı. Sonunda, Halep
  fakihlerinin kararıyla Sühreverdî 1191'de
  idam edildi.
 Düşüncesi
 İşrâkîliğe etki eden kaynaklar hakkında farklı
  görüşler mevcut olsa da, esasları itibariyle Yeni
  Eflantunculuğa dayanır. Metod bakımından
  işrâkîliğin Meşşâilikten ve Aristo geleneğine
  dayanan diğer Felsefî akımlardan farklı en büyük
  özelliği akıl yolu ile hakikate ulaşılamayacağı,
  hakikate ulaşmanın tek yolunun bir tür manevî
  sezgicilik olduğu düşüncesidir. İşrâkîliğe göre
  hakikate ancak kalb ve işrak ile erişilebilir.
  İşrâkîliğin, düşünsel planda meşşâi gelenek ile
  sûfî gelenek arasında bir yerde olduğu
  söylenebilir. Sûfî gelenekten farklı olarak işrâkîlik
  cezb ve sekri kabul etmez.
 İşrâk, hem bu felsefenin temel taşını oluşturur
  hem de felsefeye adını verir. Arapça bir sözcük
  olan işrâk "Doğu, aydınlıkla ilgili, ışıkla ilgili"
  anlamlarına sahiptir.
 Sühreverdî âlemi dikey bir düzlemde açıklar,
  onun bu yön sisteminde Doğu maddiyattan
  tamamen sıyrılmış saf ışık ve meleklerin mekânı;
  Batı ise maddiyatın dünyasıdır. Bu iki yönün tam
  ortasında ışık ile karanlığın birleştiği noktadır. Bu
  kutsi yön - kutsi düzen düşüncesi büyük oranda
  Antik Pers kaynaklarından etkilenmiştir.
 Sühreverdî'nin bu düşünceleri sünnî
  çevrelerce ve belli başlı itikad
  mezheplerince, İslâm akidesine ters
  düştüğü gerekçesiyle tenkit edilmiş ve din
  dışı sayılmıştır.
 Sühreverdî, rasyonel düşünme ile sezgisel
  düşünmeyi kendi felsefesinde bir araya
  getirmiştir. Rasyonel bilgi önemlidir hatta
  onunla sezgisel bilgiye yaklaşma imkanı
  da bulunmaktadır ama tek başına rasyonel
  bilgi yeterli değildir, çünkü varlık bizim
  rasyonel kalıplarımızın çok ötesindedir.
 Sühreverdî felsefeyi rasyonel sistemleştirmeden
  ziyade Hikmet ile bir tutar. Felsefe Platon ve
  Aristo ile başlamaz, aksine onlarla biter. Aristo
  hikmeti rasyonel bir kalıp içerisine sokarak
  perspektifini sınırlamış ve onu ilk dönem
  bilgelerinin birleştirici hikmetinden ayırmış oldu.
  İşrakî görüşüne göre, Hermes veya İdris
  peygamber, felsefenin babasıdır ve onu vahiy
  olarak almıştır. İdris'i, Yunanistan ve İran'daki
  bilgeler ve daha önceki uygarlıkların hikmetini
  kendisinde birleştiren İslâm bilgeleri izler.
 2.3- İbn Arabî
 Muhyiddin İbn-i Arabî, Muvahhidun döneminde
  27 Ramazan 560’da Mürsiye’de (Murcia),
  İspanya’da doğdu. Bilinmeyen bir sebeple 8
  yaşında ailesiyle birlikte İşbiliye’ye (bugünkü
  Sevilla) geldi (muhtemelen babasının memuriyeti
  nedeniyle). Ailesi Arap Tayy kabilesine
  mensuptu. Yakın cedleri hakkında fazla bir şey
  bilinmiyorsa da, anne ve baba tarafından nüfuz
  ve itibar sahibi kimseler olduğu anlaşılıyor.
  Akrabaları arasında tasavvufî bilgilere sahip
  kimseler vardı. Dayısı Ebû Müslim el-Havlânî de,
  kutubların büyüklerinden sayılır..
 Endülüs'de bir süre daha kaldıktan sonra,
  seyahate çıktı. Şam, Bağdad ve Mekke'ye
  giderek orada bulunan tanınmış alim ve
  şeyhlerle görüştü. 1182'de İbn-i Rüşd ile
  görüştü. Bu görüşmeyi eserinde anlatır.
  Bu İbnu Rüşd’ün bilginin akıl yoluyla elde
  edileceğini söylemesiyle meşhur olduğu
  yıllardır. 17 yaşındaki genç Muhyiddin
  gerçek bilgi'nin sadece aklımızdan
  gelmediğine, böyle bir bilginin daha çok
  ilham ve keşf yoluyla elde edilebileceğine
  inanmıştı.
 “Vahdet-i Vücud” düşüncesi şu şekilde
  belirtilebilir; 'la mevcude illallah' yani varlık
  bir ve tek olan aynı şeydir. Varlık kendini,
  en temel beş merhalede açar. Tanrı,
  evren, akıl ve insan bu varlığın sonsuz
  tezahürlerindendir. Varlık, mutlak gayb
  merhalesinde ne kendi için, ne de diğer
  tezahürleri için bilinemezdir.
 İbn Arabî, varlığın birliği dolayısıyla varlığın
  Tanrı olduğunu söylemesi sebebiyle hem bazı
  fakihler ve kelamcılardan hem de bazı sûfîlerden
  kimi zaman ılımlı, kimi zaman sert eleştiriler
  almıştır. İbn Arabî'nin bu yaklaşımının Yaratıcı
  ve yaratık arasındaki ikiliği kaldırdığı dolayısıyla
  dinin gerektirdiği emir ve yasakları ihlâl etme
  veya küçümseme ile sonuçlanacak etkileri
  olabileceği düşünülmüş ve kimi eleştirmenler
  bunun önüne geçebilmek amacıyla insanların,
  İbn Arabî'nin kitaplarını okumalarının
  yasaklanmasını savunmuş, kimileri de şeyhin
  kafirliğine hükmetmiştir.
 Molla Cami, bir Bağdad Şeyhine dayanarak
  O’nun 500 kadar eseri olduğunu nakleder.
  Kendisi dostlarının yardımıyla tasnif ettiğini
  söylediği fihristinde çoğu tasavvufla ilgili olan
  250’yi geçmeyen eserini sayar. En büyük
  eleştiriyi de ‘Fususu’l-Hikem’ dolayısı ile aldığını
  söyler. Ona göre onun ıstılahlarını anlamadan,
  tenkidlerini düşünmeden veya bir başkasının
  kendi hakkındaki söz ve tenkidleri gözönünde
  bulundurularak yapılmaktadır bu eleştiriler. O
  çözümü şu tavsiyelerde arayacaktır:
 a)Şeriat'a aykırı olduğunu zannettiğimiz bir
  söz nakledilirse, naklin sıhhatli olup
  olmadığına bakarız. Sıhhatli değilse, bu
  sözün o kişi tarafından söylendiği iddiasını
  reddederiz.
 b)Te’vile imkan buluyorsak te’vil eder, aksi
  taktirde ‘tasavvuf ehli katında belki te’vili
  vardır’ demeliyiz.
 c)Bu sözler sekr halinde söylenenler
  cümlesindendir diyerek, anlayamadığımızı
  beyanla o söz ile amel etmemeliyiz.’

More Related Content

Tasavvuf Düşüncesinin Oluşumu ve Sistemleşmesi

  • 1. TASAVVUF DÜŞÜNCESİNİN OLUŞUMU VE SİSTEMLEŞMESİ
  • 2. TASAVVUF DÜŞÜNCESİNİN OLUŞUMU VE SİSTEMLEŞMESİ  Tasavvuf, başlangıçtan günümüze gelinceye değin, farklı nitelikler taşıyan çeşitli dönemlerden geçmiştir. Tasavvuf tarihçileri bu dönemlerin belirlenmesinde farklı yaklaşımları benimserler. Bir yaklaşıma göre tasavvuf, tarikatlar öncesi (H. I-VII./M. VII-XIII. yüzyıllar) ve tarikatlar sonrası (H. VIII-XIV./M. XIV-XX. yüzyıllar) olmak üzere iki dönemde incelenmelidir.
  • 3.  Diğer bir yaklaşıma göre tasavvuf tarihi kuruluş (H. I-III/M. VIII-IX. yüzyıllar), gelişme (H. III VIII./M. IX-XIV. yüzyıllar) ve taklit (H. IX./M. XV. yüzyıl sonrası) dönemlerine ayrılır.
  • 4.  Üçüncü bir yaklaşıma göre tasavvuf Hz. Muhammed'den Cüneyd Bağdadî'ye kadar (H. IIII./M. VII-IX. yüzyıllar), Cüneyd'den Muhyiddin ibn Arabî'ye kadar (H. IV-VII/M. X-XIII. yüzyıllar) ve İbn Arabî'den günümüze kadar olmak üzere üç dönemden geçer.
  • 5. Zühd ve İlk Zahidler  Zühd dönemi, aslında tasavvufun bulunmadığı dönemi ifade eder. Bu dönemden sonra gelen dönemler, tasavvufun gittikçe Felsefî bir karaktere bürünmesiyle birlikte, ulema tarafından zaman zaman eleştirilere uğramıştır. Zühd, yanlış yorumlara maruz kalmış konuların başında gelmektedir. Mesela bu konuyu açıklamaya çalışan birçok kaynak zühdde Hz. Peygamberin ve sahabenin hayatından örnekler verirken onların açlığa ve yokluğa nasıl göğüs gerdiklerini günlerce karınlarına nasıl taş bağladıklarını anlatırlar. Oysa zühdün gerçek anlamı bunlardan çok uzaktır.
  • 6.  Bu Devrin Özellikleri: Bu devirde, halvet, uzlet, riyazet, mücahede, sabır, tevekkül gibi her müslüman tarafından anlaşılabilen terimler vardır. Yani tasavvuf henüz ıstılahları vaz’edilmiş müstakil bir ilim dalı haline gelmemiştir. Bu dönemde en hâkim duygu zühd ve Allah korkusu idi ki bunu en güzel bir şekilde gördüğümüz zahid, Hasan el-Basrî’dir.
  • 7.  Hasan el-Basrî ayrıca tefekkür ve nefis muhasebesine önem veren birisi olarak tasavvuf tarihinin ikinci safhası olan ‘Tasavvuf Dönemi’nin en ünlü simalarından Haris el-Muhasibi’yi etkilemiştir. Bu dönem sûfîlerinden bir diğeri olan Rabia el-Adeviyye’de ise ‘Allah Aşkı’ ön plana çıkmıştır. Düşüncelerinde Vahdet-i Vücud’un izlerini bulmanın mümkün olduğu Rabia el- Adeviyye, Tasavvuf Döneminde karşımıza çıkacak olan Maruf el-Kerhî, Zünnun el-Mısrî, Bayezıd el-Bistamî, Cüneyd el-Bağdadî, Hallac, Haris el-Muhasibî gibi birçok ünlü sûfî ve mutasavvıfı düşünceleriyle etkilemiştir
  • 8.  Evine kapanıp dışarı çıkmayan Rabia el- Adeviyye’ye bir hizmetçi: “Dışarı çık da ilâhî sanatı seyret!” deyince O: “İçeri gir de sen de sanatkârı temaşa et!” diye cevap vermiştir. Kendisiyle evlenmek isteyen Hasan el-Basrî’ye: “Bende vücud yok ki evleneyim” diye cevap vermişti ki bu düşünce, Vahdet-i Vücud’un ilk nüvesi olarak kabul edilebilir.
  • 9. Zühdden Tasavvufa Geçiş  Bu dönemde (H. III-VI. asırlar) tasavvuf artık sadece ‘zühd’ olmaktan çıkıp günümüz tabiriyle ‘mistisizm’ diyebileceğimiz bir karaktere bürünmeye başlamıştır. Bu açıdan dönem, tasavvufun bir ilim olarak teşekkül etmeye başladığı, temellerinin atılıp prensiplerinin belirlendiği, büyük mutasavvıfların yetişmeye, tasavvuf klasiklerinin yazılmaya ve böylece sûfîlerin toplum içerisinde artık müstakil bir sınıf oluşturmaya başladığı bir dönem olma özelliğini taşır
  • 10.  Bu dönemde ruhî ve Bâtıni bazı haller, ruh tasfiyesi, Allah’a vusul, marifeti elde etme gibi konular, artık herkesin anlamayacağı kelimelerle ifade edilmeye başlamıştır. Bu kelimelerden önemlileri şunlardır:  a) Vakt: Kulun üzerine gelen ilâhî varidat ve Rabbani tecellîyatın zamanıdır ki, o varidat gelince kulu tasarrufu altına alır. Kulun iradesi olmadan kalbine gelen hale de ‘Varid’ denir.
  • 11.  b) Tevacüd-Vecd-Vücud: Salikin ihtiyarı ile vecdi davet etmesine tevacüd; zorlaması olmadan kalbine gelen hale vecd; vecdin yükselişine yani beşerî sıfatların tamamen yok olup buluşmanın gerçekleşmesine vücûd denir.  c) Hal: Hakk’tan kalbe gelen bir his heyecan ve manadır.  d) Marifet: Allah’ı sıfat ve isimleri ile tanıma, daima O’na münacat hali içinde olma, yaptıklarıyla O’nu tasdik etme, kötü huylardan kaçınma, kalbini yalnızca O’na verme hali.
  • 12.  e) Fenâ-Bekâ: Fenâ, kulun fiilini görememe halinde bulunmasıdır. 3 türlü Fenâ hali vardır.  1- Fenâ fi’l-Kusud: Kulun kendi irade ve isteğine göre değil Allah’ın irade ve isteğine göre hareket etmesi, Allah’ın iradesinde yok olmasıdır.  2- Fenâ fi’ş-Şuhud: Allah’tan başka bir şeyi görmeme, aşkın ve vecdin tesiriyle her şeyi Allah’ın tecellîsi olarak görme.  3- Fenâ fil-Vücûd: Varlıkta fani olmak herşeyi Allah olarak görmek, Allah olarak bilmek. Fenâ’nın zıddı daha doğrusu devam ve gereği ‘Bekâ’dır. (Allah’ın sıfat ve vasıflarıyla süslenmektir.)
  • 13.  f) Cem’ – Fark – Cem’ul-Cem: Cem’ kadim yani öncesiz olan Allah ile hâdis yani sonradan yaratılmış arasındaki tefrikanın, farkın ortadan kalkması ki bu Allah’ı müşâhade ile gerçekleşir. Tam tefrika’nın karşıtı olan cem’e cem’ul-cem denir. Yani salikin ne kendini ne de halkı görmesi sadece hakikat sultanını (Hakk’ı) görmesidir.  g) Mahv-İsbat: Kulun aklından gaib olması bakımından âdeten sahip olduğu vasıfların ortadan kalkması. Hakiki mahv, cem’ halinde gerçekleşir. Mahv’ın zıddı isbat’tır.
  • 14.  h) Gaybet-Huzur: Kalbin maddi âlem ile ilgisini kesmesine gayb, zıddına huzur denir.  ı) Zevk-Şirb-Reyy: Zevk, Hakkın tecellîlerinin sonucu olarak duyulan zevktir. Bunu içmeye şirb, içip kanmaya reyy denir.  i) Havf-Recâ: Allah’ın kahrından korkarak dinde sabit olmak. Zıddı recâdır.  j) Kabz-Bast: Havf ve recânın üzerinde iki haldir. Emin olunan şeyden korkmak kabz, bunun zıddı da basttır. Yani ümit ve güven halidir bast.
  • 15.  k) Heybet-Üns: Heybet de korku anlamına gelir ama bu korku “kavuştuğu sevgilisinin haddi Zâtında azametli, celalli olmasından sakınıp korkmaktır. Kabz halinden bir derece yüksektir. Heybet halinde olan gaybeti yaşar. Üns bu halin zıddıdır ve bu haldeki kişi aynı zamanda ‘sahv’ı yaşar. Üns, bast halinden bir derece yüksektir.”  l) Kurb-Bu’d: Kurb, Allah’a taate yakın olma; bu’d uzak olma halidir.
  • 16.  m) Tecellî-Setr: Tecellî, gaybdan gelen ve kalbde ortaya çıkan bilgi nurlarıdır. Zıddı setr’dir. Avam setr içindeyken havas tecellîyi yaşar.  n) Levaih-Levami’-Tevali: Gaybden gelen ve kalpte kısa süreli olarak kalan bilgi nurlarına kalış süresinin uzunluğuna göre bu adlardan birisi verilir. En uzun süreli olanı tevalidir.  o) Muhadara-Mükaşefe-Müşahede: Kalbin Allah nezdinde bulunmasına muhadara; bu bulunuşun açık bir delille olmasına mükaşefe; Hakk’ın kalpte huzuruna (bulunmasına) müşahede denir. Bu durumda Allah her şeyde görünür.
  • 17.  p) İlme’l-Yakin – Ayne’l-Yakin – Hakka’l- Yakin: Birincisi delille elde edilen bilgi, ikincisi keşfle ilhamla elde edilen bilgi, üçüncüsü müşahede ile elde edilen bilgidir.  r) Kalb-Ruh-Sırr: Ruh da sırr da bedendeki latifelerdendir. Kalb, irfan; sırr müşâhade; ruh muhabbet mahallidir.
  • 18.  TASAVVUFTA SİSTEMLEŞME SÜRECİ  Hicri III. (M. IX.) yüzyıldan başlayarak tasavvuf sistemleşme sürecine girdi. Ne ki bu sistemleşme, zühd dönemine oranla büyük bir farklılaşmayı da beraberinde getirdi. Bir yandan tasavvufun ilke, kural ve yöntemleri belirlenirken, diğer yandan da Hristiyan, Yahudi, eski Yunan, Hind ve İran geleneklerinin, inançlarının etkilerini taşıyan kurumlar geliştirildi.
  • 19.  Allah'a doğru yapılan ruhsal bir yolculuk biçiminde tanımlanan tasavvufî yaşantının durakları (makam), ilahî durumlar (haller) tesbit edildi, nihâyet Fenâ (beşerî niteliklerin ilahî niteliklere dönüşmesi) kuramına ulaşıldı. Bunu, peygamberlik anlayışına yakın bir velîlik anlayışı, Hatemü'l-Enbiya'ya (peygamberlerin sonuncusu) karşılık Hatemü'l-Evliya (velîlerin sonuncusu) düşüncesi ve inancı izledi.
  • 20.  Sistemleşen tasavvuf anlayışına göre peygamberler Allah'tan ancak bir melek aracılığı ile bilgi alabilirken velîler doğrudan, aracısız olarak bilgi (ilham) alıyordu. Gerçek bilim (marifet), Allah'tan doğrudan alınan bilgiden oluşandı. Evren varlığını ve işleyişini bir velîler yönetimine (ricalu'l-gayb) borçluydu. Allah, bütün isim ve sıfatlarıyla velîde (insan-ı kamil) tecellî ediyor, onun ağzından konuşuyordu (şatahat).
  • 21.  Tasavvufun kazandığı yeni biçim İslâm hukukçuları tarafından şiddetli bir eleştiriye tabi tutuldu. Kimi mutasavvıflar zındıklıkla suçlanarak sürüldü, hapsedildi, kimileri de öldürüldü. Buna karşılık yeni tasavvuf anlayışı gelişimini sürdürerek tümüyle Felsefî bir niteliğe büründü. Muhyiddin İbn Arabî (ö. 637/1239) ile birlikte varlığın birliği (vahdet-i vücud) öğretisi üzerine kurulan Felsefî bir sistem durumuna geldi.
  • 22.  Tasavvufun bu yeni oluşumu ve sistemleşmesi içinde yer alan, tasavvufa katkıda bulunan ve onu sürdüren mutasavvıfların önde gelenleri şunlardı; Bayezid-i Bestamî (ö. 261/874), Hallac- ı Mansur (ö. 309/921), Şihabeddin Sühreverdî (ö. 587/1190), Hakim Tirmizî (ö. 285/898), Nifferî (ö.354/965), Ferüdüddin Attar (ö.620/1220), Mevlânâ Celaleddin Rumî (ö. 672/1273), Sadreddin Konevî (ö. 673/1274), Fahreddin Irakî (ö.688/1493), Abdulkerim el-Cilî (ö.805/1402), Kemaleddin Kaşanî (ö .730/1330), Şebüsterî (ö. 720/1320), Abdullah Bosnavî (ö. 1054/1644) ve benzerleridir.
  • 23.  Tasavvuf, bir varlık birliği (vahdet-i vücud) felsefesi ile sonuçlanan gelişimini sürdürürken, ikinci bir tasavvuf anlayışı daha gelişti. İlk anlayışa yöneltilen şiddetli eleştirilerin de hız verdiği ikinci anlayış, İslâm kurallarına ters düşmeyecek bir doğrultu izlemeyi amaçlıyordu. Bu anlayış, ya ilk anlayış tarafından geliştirilen kuramı karşıt bir kuramla dengeleme (Fenâ karşısında Bekâ gibi), ya da geliştirilen kuramı İslâm kuralları açısından yeniden yorumlama yolunu tuttu.
  • 24.  Birincinin tümüyle reddetmesine karşılık akıl ve düşünceye olabildiğince önem verdi. Varlık birliği öğretisinin karşısına görülenlerin birliği (vahdet-i şuhud) öğretisini çıkardı. Tasavvufun bu anlayışı içinde yer alan ve gelişmesine katkıda bulunan başlıca mutasavvıflar da şunlardı: Cüneyd Bağdadî (ö. 297/909), Haris Muhasibî (ö. 243/857), Serrac (ö. 378/988), Ebu Talib Mekkî (ö. 386/996), Kelabazî (ö. 380/990), Kuşeyrî (ö. 465/1072), Hucvirî (ö. 470/1077), Gazalî (ö. 505/1111), İmam Rabbanî (ö. 1034/1625).
  • 25. Felsefî Tasavvufun Mahiyeti  Köklerinin Eflâtun (Platon)’da aranması gereken Tasavvuf felsefesine göre evren tek bir varlıktır. Bu tek varlık Tanrı’dır. Ezelî ve ebedî olan, yani sonsuzdan gelip sonsuza giden Tanrı zaman ve mekân (yer) varolmadan önce vardır, hep varolacaktır. Bu tek varlığa, Tanrı’ya, Vücud-i Mutlak denir
  • 26.  Vücud-i Mutlak, yani Tanrı, bütün güzellikleri, iyilikleri, olgunlukları da içerir, onun için de, aynı zamanda, Cemâl-i Mutlak, Hüsn-i Mutlak, Hayr-i Mutlak, Kemâl-i Mutlak’tır. Tanrı önceleri kendi evreninde, güzelliğin görkemiyle çevresine ışık saçmaktaydı. Ama bu güzelliği görecek yoktu. Oysa güzellik görünmek ister. Tanrı da görünmek, tecellî etmek istemiş, bir aynaya bakar gibi, Adem-i Mutlak’a, yani yokluğa bakmış, “Kün” emrini vermiştir. “Kün”, yani ol deyince evren oluşmuştur.
  • 27.  Demek ki bu evrende görülen her şey Vücud-i Mutlak’ın Adem-i Mutlak’a yansımasıdır, yani evren Tanrı’nın yoklukta yansıyan görüntüsüdür. Öyleyse insan da Tanrı’nın görüntüsünden bir parçadır, Tanrı’dan bir parçadır. Tanrı o aynadan yüz çevirince, ki aslında o ayna da bir kuruntu, bir hayaldir, bütün evren yok olacaktır. Yani Vücud-i Mutlak Adem-i Mutlak’a bakmadığı anda bu hayal âlemi, görüntünün aynadan siliniyi gibi silinecek, o ayna bile yok olacak, yalnızca Tanrı kalacaktır.
  • 28.  Burada insanın nasıl yaşaması gerektiği konusu çıkıyor ortaya: İnsan bu fanî âlemde, yani ölümlü dünyada, nasıl yaşamalı? Evrende, dünyada, insanda kalıcı varlık nitelikleriyle, geçici varlık nitelikleri birlikte bulunduklarına göre, insan kalıcı niteliklere sarılıp geçici niteliklerden arınmaya çalışmalıdır. Kalıcı nitelikler, yaşarken de onu Tanrı’ya yaklaştırır, geçici nitelikler ise onu Tanrı’dan uzaklaştırır, Tanrı ile kullarının arasına girer.
  • 29.  İnsanın yeryüzündeki kötülüklerden, çirkinliklerden, çiğliklerden arınması, nefsini yenerek benliğini öldürmesiyle, kendisini Tanrısal aşka vermesiyle sağlanabilir. Dünyadaki geçici niteliklerden arınmayan, kendini Tanrısal aşka vermeyen bir kimsenin, gökten inen bütün kitapları okusa da, namazını niyazını yerine getirse de, Tanrı’ya ulaşması olanaksızdır.
  • 30.  İnsan Tanrı yoluna, tarikata girdikten sonra, davranışlarıyla çeşitli mertebelerden geçer. Hazarât-ı Hams denen bu beş mertebenin (Hazret-i Gayb-i Mutlak, Âlem-i Ceberûd, Âlem-i Melekûd, Âlem-i Şehâded, Âlem-i İnsan-ı Kâmil) sonuncusu bütün öbür mertebeleri de kapsar. Tasavvuf felsefesinde insana verilen önem, İnsan-ı Kâmil’de doruğuna varır. Bu mertebe Tanrı ile bir olmanın, Fenâfillah, Bekâbillah mertebesinin eşiğidir.
  • 31.  Yaşarken Tanrı varlığında erimiş, Tanrı ile bir olmuş bazı sofiler bu durumları anlatmak için “Enel Hak” (ben Tanrı’yım) derler. Mezhep çatışmalarında, Sünnî-Şiî çekişmelerinde bu söz yüzünden canını vermiş Tasavvuf uluları vardır. X. Yüzyılda İranlı Hallac-ı Mansur bu yüzden asılmış, XV. Yüzyıl başında Bağdatlı Seyyid Nesimî bu yüzden diri diri derisi yüzülerek öldürülmüştür.
  • 32.  Tasavvuf felsefesinde insana verilen önemi anlamak için Devir Kuramı’ndan da söz etmek gerekir. Bu “Dönüş Kuramı”na göre, varlıklar Âlem-î Gayb’dan Âlem-î Şühud’a indiklerinde, yani yokluk dünyasından varlık dünyasına indiklerinde, önce cansız varlık, sonra bitki, sonra hayvan, sonra da insan biçiminde görünürler. Varlık insan mertebesine yükselince, gerçeği bilmek, aslına kavuşmak özlemi duyar, derece derece yükselerek İnsan-ı Kâmil olur, Tanrı’ya, yani aslına kavuşur. Âlem-i Gayb’dan Âlem-i Şuhud’a inmeye Seyr-i Nüzul denir. Cansız varlıktan yükselip Tanrı’ya ulaşmak ise Seyr-i Uruç’tur. Bu iniş çıkışa, Tanrı’dan inip Tanrı’ya yükselmeye de Devir denir.
  • 33. Felsefî Tasavvufun Temsilcileri  2.1- Hakim Tirmizî  Hakîm Tirmizî 820 senesi civarında Tirmiz’de doğmuştur. Bu şehir günümüzde Sovyet Rusya ile Afganistan sınırında, Belh’in hemen yanıbaşında bulunmaktadır. O, dini ilimlerle meşgul olan bir aileden gelmektedir. Otuz yaşları civarında iken o, Hac vazifesini eda etmek için Mekke’ye gitmiştir. Dönüşünün hemen ardından kendisini tasavvufa vermiş ve bu alanın velûd müelliflerinden biri olmuştur. Bu yönüyle de o, İbnü’l-Arabî’ye benzemektedir. Hakîm Tirmizî oldukça uzun bir ömür sürmüş ve 905-910 yılları civarında (tam olarak bilinmeyen bir yerde) vefat etmiştir. Tirmiz’deki türbesi korunmuş ve son zamanlarda da restore edilmiştir.
  • 34.  Onun müellefâtının büyük bir bölümü muhafaza edilmiş ve tasavvufun gelişimi üzerinde dikkate değer bir etki yapmıştır. Özellikle, her ne kadar en hacimli eseri değilse de en çok bilinen Allah Dostlarının Hayatı (ya da yolu) şeklinde tercüme edilebilecek olan Sîretü’l-evliyâ için bunu söylemek mümkündür. Bu eser günümüze kadar “Velîlerin (Allah Dostlarının) Mührü” anlamına gelen Hatmu’l-evliyâ adıyla bilinmekteydi. Bu kitap ilk olarak, şu anda İbnü’l-Arabî’nin Fütûhâtü’l-Mekkiyye’sinin yeni edisyonunu hazırlamakta olan Osman Yahyâ tarafından tahkikli olarak neşredilmiştir.
  • 35.  Hakîm Tirmizî bunu, Sîretü’l-Evliyâ’nın girişinde bazı tanımlamalar yoluyla açıklar. O, iki tür Allah dostu (velî) arasında temel bir ayrım yapar. Bunlardan birine Velîyyullâh derken diğerine de Velîyyu hakkillâh adını verir. Velîyyullâh tabiri belli bir sıkıntıya yol açmazken bu basitçe Allah dostu (velî) demektir. Velîyyu hakkillâh’ın tercümesi oldukça çetrefilli bir iştir. Bu durum hakk teriminin tam bir tarifini yapamamaktan kaynaklanmaktadır. Hakk “hak”, “doğru”, “gerçek” anlamlarına gelmektedir. Bu kelime çoğu zaman Mutlak Hakikat olan Allah hakkında (anlamında) kullanılmaktadır. Aynı şekilde hakk, iki anlamı da çağrıştıran “hak” manasına gelmektedir.
  • 36.  2.2- Sühreverdî  Şahabeddin Sühreverdî Maktûl veya tüm isim ve künyesiyle Ebu'l-Fütûh Şahabeddin Yahya bin Habeş bin Emîrek Sühreverdî Maktûl (1115-1191), ünlü İslâm filozofu ve işrakîlik isimli fikrî akımın kurucusu.  Asıl adı Yahya bin Habeş bin Emîrek olan Sühreverdî'nin Türk olduğu tahmin edilse de bu kesin değildir. Birçok konudaki bilgisi nedeniyle Şihâb yıldızından esinlenerek Şahabeddin veya Şihâbeddin olarak anılmış,Sühreverd'de doğduğu içinse Sühreverdî olarak anılmıştır. İdam ettirilerek öldürüldüğü için daha sonra künyesine Sühreverdî'nin ardından Maktûl de eklenmiştir.
  • 37.  Eğitiminin ilk yıllarında Sühreverdî Meşşâi ekole yakınlık duymuş, bu konuda kendisini geliştirmiş ve bazı eserler kâleme almıştır. İlk zamanlardaki bu eğilimini daha sonra kendi felsefesi olan işrâkîliğe dair yazdığı eserlerde de belirtmiştir. Eğitimini tamamladıktan sonra birçok bölgeyi ziyarete gitti ve dönemin bazı önemli isimleriyle fikir alış verişinde bulundu. Bu sıralarda felsefesinin temelini oluşturacak çeşitli deneyimler yaşadığını açıklamıştır. Yine bu sıralarda adı duyulmuştu, saray çevrelerine yakınlaşmıştı ve birçok önemli devlet adamına ders verdi.
  • 38.  Anadolu'da yıldızı parlamaya başlayan Sühreverdî'nin başarısı çeşitli kimselerin ona karşı çıkmasına yol açmış ve sonuç olarak öldürülmesi gerektiğini savunan birçok kişi ortaya çıkmıştı. Sonunda, Halep fakihlerinin kararıyla Sühreverdî 1191'de idam edildi.
  • 39.  Düşüncesi  İşrâkîliğe etki eden kaynaklar hakkında farklı görüşler mevcut olsa da, esasları itibariyle Yeni Eflantunculuğa dayanır. Metod bakımından işrâkîliğin Meşşâilikten ve Aristo geleneğine dayanan diğer Felsefî akımlardan farklı en büyük özelliği akıl yolu ile hakikate ulaşılamayacağı, hakikate ulaşmanın tek yolunun bir tür manevî sezgicilik olduğu düşüncesidir. İşrâkîliğe göre hakikate ancak kalb ve işrak ile erişilebilir. İşrâkîliğin, düşünsel planda meşşâi gelenek ile sûfî gelenek arasında bir yerde olduğu söylenebilir. Sûfî gelenekten farklı olarak işrâkîlik cezb ve sekri kabul etmez.
  • 40.  İşrâk, hem bu felsefenin temel taşını oluşturur hem de felsefeye adını verir. Arapça bir sözcük olan işrâk "Doğu, aydınlıkla ilgili, ışıkla ilgili" anlamlarına sahiptir.  Sühreverdî âlemi dikey bir düzlemde açıklar, onun bu yön sisteminde Doğu maddiyattan tamamen sıyrılmış saf ışık ve meleklerin mekânı; Batı ise maddiyatın dünyasıdır. Bu iki yönün tam ortasında ışık ile karanlığın birleştiği noktadır. Bu kutsi yön - kutsi düzen düşüncesi büyük oranda Antik Pers kaynaklarından etkilenmiştir.
  • 41.  Sühreverdî'nin bu düşünceleri sünnî çevrelerce ve belli başlı itikad mezheplerince, İslâm akidesine ters düştüğü gerekçesiyle tenkit edilmiş ve din dışı sayılmıştır.  Sühreverdî, rasyonel düşünme ile sezgisel düşünmeyi kendi felsefesinde bir araya getirmiştir. Rasyonel bilgi önemlidir hatta onunla sezgisel bilgiye yaklaşma imkanı da bulunmaktadır ama tek başına rasyonel bilgi yeterli değildir, çünkü varlık bizim rasyonel kalıplarımızın çok ötesindedir.
  • 42.  Sühreverdî felsefeyi rasyonel sistemleştirmeden ziyade Hikmet ile bir tutar. Felsefe Platon ve Aristo ile başlamaz, aksine onlarla biter. Aristo hikmeti rasyonel bir kalıp içerisine sokarak perspektifini sınırlamış ve onu ilk dönem bilgelerinin birleştirici hikmetinden ayırmış oldu. İşrakî görüşüne göre, Hermes veya İdris peygamber, felsefenin babasıdır ve onu vahiy olarak almıştır. İdris'i, Yunanistan ve İran'daki bilgeler ve daha önceki uygarlıkların hikmetini kendisinde birleştiren İslâm bilgeleri izler.
  • 43.  2.3- İbn Arabî  Muhyiddin İbn-i Arabî, Muvahhidun döneminde 27 Ramazan 560’da Mürsiye’de (Murcia), İspanya’da doğdu. Bilinmeyen bir sebeple 8 yaşında ailesiyle birlikte İşbiliye’ye (bugünkü Sevilla) geldi (muhtemelen babasının memuriyeti nedeniyle). Ailesi Arap Tayy kabilesine mensuptu. Yakın cedleri hakkında fazla bir şey bilinmiyorsa da, anne ve baba tarafından nüfuz ve itibar sahibi kimseler olduğu anlaşılıyor. Akrabaları arasında tasavvufî bilgilere sahip kimseler vardı. Dayısı Ebû Müslim el-Havlânî de, kutubların büyüklerinden sayılır..
  • 44.  Endülüs'de bir süre daha kaldıktan sonra, seyahate çıktı. Şam, Bağdad ve Mekke'ye giderek orada bulunan tanınmış alim ve şeyhlerle görüştü. 1182'de İbn-i Rüşd ile görüştü. Bu görüşmeyi eserinde anlatır. Bu İbnu Rüşd’ün bilginin akıl yoluyla elde edileceğini söylemesiyle meşhur olduğu yıllardır. 17 yaşındaki genç Muhyiddin gerçek bilgi'nin sadece aklımızdan gelmediğine, böyle bir bilginin daha çok ilham ve keşf yoluyla elde edilebileceğine inanmıştı.
  • 45.  “Vahdet-i Vücud” düşüncesi şu şekilde belirtilebilir; 'la mevcude illallah' yani varlık bir ve tek olan aynı şeydir. Varlık kendini, en temel beş merhalede açar. Tanrı, evren, akıl ve insan bu varlığın sonsuz tezahürlerindendir. Varlık, mutlak gayb merhalesinde ne kendi için, ne de diğer tezahürleri için bilinemezdir.
  • 46.  İbn Arabî, varlığın birliği dolayısıyla varlığın Tanrı olduğunu söylemesi sebebiyle hem bazı fakihler ve kelamcılardan hem de bazı sûfîlerden kimi zaman ılımlı, kimi zaman sert eleştiriler almıştır. İbn Arabî'nin bu yaklaşımının Yaratıcı ve yaratık arasındaki ikiliği kaldırdığı dolayısıyla dinin gerektirdiği emir ve yasakları ihlâl etme veya küçümseme ile sonuçlanacak etkileri olabileceği düşünülmüş ve kimi eleştirmenler bunun önüne geçebilmek amacıyla insanların, İbn Arabî'nin kitaplarını okumalarının yasaklanmasını savunmuş, kimileri de şeyhin kafirliğine hükmetmiştir.
  • 47.  Molla Cami, bir Bağdad Şeyhine dayanarak O’nun 500 kadar eseri olduğunu nakleder. Kendisi dostlarının yardımıyla tasnif ettiğini söylediği fihristinde çoğu tasavvufla ilgili olan 250’yi geçmeyen eserini sayar. En büyük eleştiriyi de ‘Fususu’l-Hikem’ dolayısı ile aldığını söyler. Ona göre onun ıstılahlarını anlamadan, tenkidlerini düşünmeden veya bir başkasının kendi hakkındaki söz ve tenkidleri gözönünde bulundurularak yapılmaktadır bu eleştiriler. O çözümü şu tavsiyelerde arayacaktır:
  • 48.  a)Şeriat'a aykırı olduğunu zannettiğimiz bir söz nakledilirse, naklin sıhhatli olup olmadığına bakarız. Sıhhatli değilse, bu sözün o kişi tarafından söylendiği iddiasını reddederiz.  b)Te’vile imkan buluyorsak te’vil eder, aksi taktirde ‘tasavvuf ehli katında belki te’vili vardır’ demeliyiz.  c)Bu sözler sekr halinde söylenenler cümlesindendir diyerek, anlayamadığımızı beyanla o söz ile amel etmemeliyiz.’