ݺߣ

ݺߣShare a Scribd company logo
TASAVVUFUN
   TARİFİ
    VE
  KAYNAĞI
TASAVVUFUN TARİFİ VE
       KAYNAĞI
 Tasavvuf söz konusu olduğunda, ortaya çıkan en
  büyük sorun, tanımlama güçlüğüdür. Bu güçlük,
  tasavvufun bireysel yaşantı ve deneyimlere bağlı öznel
  niteliğinden gelir. Bu nedenle her tanım, tanımı yapanın
  ruhî ve manevî durumunu yansıtmaktan fazla bir anlam
  taşımaz. Tasavvufun bu niteliği, mutasavvıflar
  tarafından "tatmayan bilmez" deyimiyle dile getirilir.
  Buna rağmen tasavvuf tarihine ve incelemelerine ilişkin
  eserler sayısız tanımla doludur. Ünlü mutasavvıflar
  tarafından yapılan ve sayısı iki bini bulan bu
  tanımlardan birkaçının anılması, konunun niteliğinin
  daha iyi anlaşılmasına yardımcı olacaktır.
Maruf Kerhî'ye (ö. 200/815) göre, "Tasavvuf,
gerçekleri almak, halkın elinde bulunandan
umut kesip yüz çevirmektir".

Seriyü's-Sakatî'ye (ö. 251/865) göre,
"Tasavvuf, güzel ahlâktır".

Cüneyd Bağdadî (ö. 298/910)'nin tanımı
şöyledir: "Tasavvuf, Allah'ın seni senden
öldürmesi ve seni kendisiyle diriltmesidir".
 Ruveym bin Ahmed el-Bağdadî'nin (ö.
  303/915) tanımı şöyledir: "Kendini Allah'ın
  dilediği şey üzerine bırakıvermen, O'nun
  iradesine mutlak olarak teslim olmandır".

 Ebi Bekir Şiblî'ye (ö. 334/945) göre tasavvuf,
  "Karşılıklı dostluk ve sevgidir. Hiç bir kaygı
  duymadan Allah ile birlikte olmaktır. Duyu
  organlarını zabtetmek, ruhun üfleyişlerine
  kulak vermektir".
 Ebu Said Ebu'l-Hayr'a (ö. 440/1048) göre,
  "Tasavvuf, kafanda ne varsa bırakman,
  elinde olanı vermen ve başına gelenden
  sızlanmamandır".

 Eseri, tasavvuf klasiklerinden başlıcası
  sayılan Kuşeyrî (ö. 465/1072) şöyle
  tanımlar: "Tasavvuf, Allah dışındaki her
  şeyden el çekmek, tanınmamayı seçmek ve
  hayırlı olmayan şeylerden sakınmaktır".
 Gazalî'ye (ö. 505/1111) göre tasavvuf,
  "Kalbi Allah'a bağlayıp O'nun dışındakilerle
  ilgiyi kesmektir".



 Ebu Necib el-Sühreverdî de (ö. 563/1168)
  şöyle tanımlar: "Başlangıcı ilim, ortası amel,
  sonu ilahî bağışlardır".
TASAVVUFUN KAYNAKLARI
     1- Kuran ve Sünnet
     İbn Haldun’a göre: “Bu ilim İslâm toplumunda
ortaya çıkan şer’î ilimlerden biridir. Aslı şudur:
Tasavvuf ehlinin yolu, sahabe ve tabiundan olan
selefiyye büyükleri nazarındaki hak ve hidâyet yolu
idi. Tasavvufun esası, dünya ziynet ve
güzelliklerinden yüz çevirmek, insanların çoğunun
meylettiği mal, makam ve diğer dünya zevklerinden
kalbini ayırarak, halktan ayrı davranarak, Hakk’a
yönelmek, ibâdet ve taata sarılmaktır. Bu husus,
selefte umumi bir keyfiyet iken, ikinci asırdan itibaren
insanların büyük bir bölümü dünyaya meyledince
kendini ibâdete verenler ‘Sûfî’ ve ‘Mutasavvıfa’
ismiyle meşhur oldular.
   2- Hermetik Gelenek
   Bu kaynağın südûr (varlıkların Tanrı’dan çıkışı) Vahdet-i
    Vücud, bilginin kaynağı gibi hususlarda mutasavvıflara
    tesir ettiği bilhassa ‘Şeyh-i Yunani’ adı verilen Eflatun’un
    fikirlerinin ve Yunan felsefesinde kullanılan birçok
    ıstılahın (misaller, hakikat, hakikatlerin hakikati, feyz,
    kesret, akl-ı evvel vs…) mutasavvıfların da dilinde
    dolaştığı doğrudur. Ancak bu tasavvuf hareketinin ilk
    başlangıcına değil, Halife Memun (v. 198/814) ve
    Mutasım (v. 227/842) döneminde kurulan Daru’l-
    Hikme’ler vasıtasıyla, Yunan felsefesinin şaheserlerinin
    Arapça’ya çevrildiği dönemden sonraya rastlar. Zira
    Gazali bu gibi fikirleri şiddetle eleştirirken, teosofik İslâm
    sûfîlerinden İbn Arabî, Konevî, İbn Farıd, İbn Seb‘in
    gibilerinin bu felsefenin tesirinde olduklarında şüphe
    yoktur.
 Kısaca söylemek gerekirse mistisizm,
  esasen bütün din ve milletlerde müşterek
  bir hususiyet arz eder. Onun içindir ki
  herhangi bir dine mensup olan kimse
  aynı yolu tutmakla aynı neticeye varmak
  imkânını haizdir. Çocuklarımızı terbiye
  tarzımız birbirine benzediği gibi nefsimizi
  terbiye tarzımız da benzer. Farklı sûfî ve
  mistiklerin hayat hikâyelerini okuyanlar,
  birbirini tanımayan ve hatta değişik
  asırlarda yaşamış sûfîlerin aynı şeyleri
  nasıl düşünebileceğini yakından görürler.
   3- Gnostik Felsefenin Etkisi
   Bu konuyu Ebu Reyhan Muhammed b. Ahmed
    el-Birunî Tahkiku ma li’l-Hind adlı eserinde en
    geniş şekilde incelemiş Hint, İran ve Yunan
    mistisizmini karşılaştırmıştır. Bu karşılaştırmaya
    göre Hint ve İran mistisizmi arasındaki
    benzerliklerden mühim olanları şunlardır:
   1- Hint mistikleri, İllet-i Ûlâya bütün varlığı ile
    tutunanların, alaka ve engellerden kurtulmak
    suretiyle O’nunla ittihad edeceklerine inanırlar.
    Bu inanç az çok İslâm mistisizmine de geçmiştir.
   2- Hint mistisizminde tenasüh vardır.
    Mutasavvıflar arasında da ‘dünya uyuyan, ahiret
    uyanık candır’ diyerek Hakkın âleme ‘Küllî Zuhur’
    yolu ile hulul ettiğine inananlar olduğuna göre
    ruhun varlıklarda dolaştığını savunan tenasühe
    inanmakta tereddüt etmemeleri gerekir.
 3- Her iki mistisizmde de dünyadan kurtuluş
  sayesinde marifet denen bilginin hâsıl olacağı
  kabul edilir.
 4- Onların Vedantasara mektebi ile
  mutasavvıflardan Vahdet-i Vücudçuların görüşleri
  arasında benzerlikler vardır.
 5- Yine Hint-Patenceli tarikine göre bahtiyarlık, dini
  ibâdet ve vazifeleri yapma suretiyle değil, Allah’ı
  daima anmak ve düşünmek yolu ile olur ve burada
  halvet önemlidir. Mutasavvıflar da böyle düşünür.
  Mesela Bayezıd el-Bistamî ‘Bu makama nasıl
  erdin?’ sorusuna: “Yılan derisini nasıl atarsa ben
  de nefsimi öyle attım, sonra nefsime baktım ki ben
  O olmuşum” diye cevap verir.
   4- Hristiyanlığın Etkisi
   Von Kremer, sûfîlerin çoğunun Hristiyan
    papaz ve rahiplerinin tesirinde olduğunu;
    Goldziher sûfîlerin fakirliği üstün tutmayı
    rahiplerden aldığını; Nicholson sükût ve
    zikrin; Nödleke suf giyme, sükut ve zikrin
    Hristiyan menşeli olduğunu savunurlar.,
 Ömer Rıza Doğrul, benzerliklerin temelde doğru
  olduğunu ama cahiliye döneminde rahipliğe
  heveslenen Hanzala, Salt b. Umeyye ve Kuss b.
  Saide gibi kişilerin ve kendini Kâbe’ye adamış
  Benu Sufe kabilesinin varlığının biraz da
  Arabîstan’ın çöl ikliminin etkisiyle ilişkili olduğunu,
  suf giymenin bir Arap âdeti olduğunu, fakirliğin,
  ilâhî aşk ve zikrin Hristiyanlığın tesiriyle değil,
  Kur’an’da verilen ‘dünya hayatı’ imajı ile ilgili
  olduğunu, sükutun İslâm tasavvufunda yeri
  olmadığını ancak lahut (Allah), nasut (cismani
  âlem) âlemin, Hakikat-i Muhammediye’den südûru
  gibi bazı tabirlerin onlardan alınmış olabileceğini
  savunur. Benzerliklerin mevcudiyetinin bir şey
  ispat edemeyeceğini tekrar eder.
   TASAVVUF DÜŞÜNCESİNİN OLUŞUMU
    VE SİSTEMLEŞMESİ
   Tasavvuf, başlangıçtan günümüze
    gelinceye değin, farklı nitelikler taşıyan
    çeşitli dönemlerden geçmiştir.
    Tasavvuf tarihçileri bu dönemlerin
    belirlenmesinde farklı yaklaşımları
    benimserler. Bir yaklaşıma göre
    tasavvuf, tarikatlar öncesi (H. I-VII./M.
    VII-XIII. yüzyıllar) ve tarikatlar sonrası
    (H. VIII-XIV./M. XIV-XX. yüzyıllar) olmak
    üzere iki dönemde incelenmelidir.
 Diğer bir yaklaşıma göre tasavvuf tarihi
  kuruluş (H. I-III/M. VIII-IX. yüzyıllar), gelişme
  (H. III VIII./M. IX-XIV. yüzyıllar) ve taklit (H.
  IX./M. XV. yüzyıl sonrası) dönemlerine
  ayrılır. Üçüncü bir yaklaşıma göre tasavvuf
  Hz. Muhammed'den Cüneyd Bağdadî'ye
  kadar (H. IIII./M. VII-IX. yüzyıllar),
  Cüneyd'den Muhyiddin ibn Arabî'ye kadar
  (H. IV-VII/M. X-XIII. yüzyıllar) ve İbn
  Arabî'den günümüze kadar olmak üzere üç
  dönemden geçer.
 Son ve en yaygın yaklaşıma göre ise
  tasavvuf zühd dönemi, tasavvuf dönemi,
  Felsefî tasavvuf dönemi ve tarikatlar dönemi
  halinde başlıca dört dönemde ele
  alınmalıdır. Tek başlarına tasavvufun
  geçirdiği evreleri açıklamakta yetersiz
  kalsalar da, bu yaklaşımlar, tasavvufun
  gelişme yönlerini izlememize imkan
  vermektedir. Buna göre tasavvufun kuruluş
  (zühd), sistemleşme (tasavvuf ve Felsefî
  tasavvuf) ve tarikatlar (taklit) evrelerinden
  geçtiği söylenebilir.
   1- Zühd ve İlk Zahidler
   Zühd dönemi, aslında tasavvufun bulunmadığı
    dönemi ifade eder. Bu dönemden sonra gelen
    dönemler, tasavvufun gittikçe Felsefî bir
    karaktere bürünmesiyle birlikte, ulema
    tarafından zaman zaman eleştirilere uğramıştır.
    Zühd, yanlış yorumlara maruz kalmış konuların
    başında gelmektedir. Mesela bu konuyu
    açıklamaya çalışan birçok kaynak zühdde Hz.
    Peygamberin ve sahabenin hayatından örnekler
    verirken onların açlığa ve yokluğa nasıl göğüs
    gerdiklerini günlerce karınlarına nasıl taş
    bağladıklarını anlatırlar. Oysa zühdün gerçek
    anlamı bunlardan çok uzaktır.
 Bu Devrin Özellikleri: Bu devirde, halvet, uzlet,
  riyazet, mücahede, sabır, tevekkül gibi her
  müslüman tarafından anlaşılabilen terimler vardır.
  Yani tasavvuf henüz ıstılahları vaz’edilmiş
  müstakil bir ilim dalı haline gelmemiştir. Bu
  dönemde en hâkim duygu zühd ve Allah korkusu
  idi ki bunu en güzel bir şekilde gördüğümüz zahid,
  Hasan el-Basrî’dir. İmam Abdülvehhab eş-Şa’ranî
  (v. 973/1565), onun için “Cehennem ateşinden o
  kadar korkardı ki sanırdınız ki cehennem kendisi
  için yaratılmış” demektedir. Hasan el-Basrî ayrıca
  tefekkür ve nefis muhasebesine önem veren birisi
  olarak tasavvuf tarihinin ikinci safhası olan
  ‘Tasavvuf Dönemi’nin en ünlü simalarından Haris
  el-Muhasibi’yi etkilemiştir.
 Bu dönem sûfîlerinden bir diğeri olan Rabia el-
  Adeviyye’de ise ‘Allah Aşkı’ ön plana çıkmıştır.
  Düşüncelerinde Vahdet-i Vücud’un izlerini
  bulmanın mümkün olduğu Rabia el-Adeviyye,
  Tasavvuf Döneminde karşımıza çıkacak olan
  Maruf el-Kerhî, Zünnun el-Mısrî, Bayezıd el-
  Bistamî, Cüneyd el-Bağdadî, Hallac, Haris el-
  Muhasibî gibi birçok ünlü sûfî ve mutasavvıfı
  düşünceleriyle etkilemiştir. Evine kapanıp dışarı
  çıkmayan Rabia el-Adeviyye’ye bir hizmetçi:
  “Dışarı çık da ilâhî sanatı seyret!” deyince O: “İçeri
  gir de sen de sanatkârı temaşa et!” diye cevap
  vermiştir. Kendisiyle evlenmek isteyen Hasan el-
  Basrî’ye: “Bende vücud yok ki evleneyim” diye
  cevap vermişti ki bu düşünce, Vahdet-i Vücud’un
  ilk nüvesi olarak kabul edilebilir.
   2- Zühdden Tasavvufa Geçiş
   Bu dönemde (H. III-VI. asırlar) tasavvuf artık
    sadece ‘zühd’ olmaktan çıkıp günümüz tabiriyle
    ‘mistisizm’ diyebileceğimiz bir karaktere
    bürünmeye başlamıştır. Bu açıdan dönem,
    tasavvufun bir ilim olarak teşekkül etmeye
    başladığı, temellerinin atılıp prensiplerinin
    belirlendiği, büyük mutasavvıfların yetişmeye,
    tasavvuf klasiklerinin yazılmaya ve böylece
    sûfîlerin toplum içerisinde artık müstakil bir sınıf
    oluşturmaya başladığı bir dönem olma özelliğini
    taşır. Bu dönemde ruhî ve Bâtıni bazı haller, ruh
    tasfiyesi, Allah’a vusul, marifeti elde etme gibi
    konular, artık herkesin anlamayacağı kelimelerle
    ifade edilmeye başlamıştır. Bu kelimelerden
    önemlileri şunlardır:
 a) Vakt: Kulun üzerine gelen ilâhî varidat ve
  Rabbani tecellîyatın zamanıdır ki, o varidat
  gelince kulu tasarrufu altına alır. Kulun iradesi
  olmadan kalbine gelen hale de ‘Varid’ denir.
 b) Tevacüd-Vecd-Vücud: Salikin ihtiyarı ile vecdi
  davet etmesine tevacüd; zorlaması olmadan
  kalbine gelen hale vecd; vecdin yükselişine yani
  beşerî sıfatların tamamen yok olup buluşmanın
  gerçekleşmesine vücûd denir.
 c) Hal: Hakk’tan kalbe gelen bir his heyecan ve
  manadır.
 d) Marifet: Allah’ı sıfat ve isimleri ile tanıma,
  daima O’na münacat hali içinde olma,
  yaptıklarıyla O’nu tasdik etme, kötü huylardan
  kaçınma, kalbini yalnızca O’na verme hali.
 e) Fenâ-Bekâ: Fenâ, kulun fiilini görememe
  halinde bulunmasıdır. 3 türlü Fenâ hali vardır.
 1- Fenâ fi’l-Kusud: Kulun kendi irade ve isteğine
  göre değil Allah’ın irade ve isteğine göre hareket
  etmesi, Allah’ın iradesinde yok olmasıdır.
 2- Fenâ fi’ş-Şuhud: Allah’tan başka bir şeyi
  görmeme, aşkın ve vecdin tesiriyle her şeyi
  Allah’ın tecellîsi olarak görme.
 3- Fenâ fil-Vücûd: Varlıkta fani olmak herşeyi
  Allah olarak görmek, Allah olarak bilmek. Fenâ’nın
  zıddı daha doğrusu devam ve gereği ‘Bekâ’dır.
  (Allah’ın sıfat ve vasıflarıyla süslenmektir.)
 f) Cem’ – Fark – Cem’ul-Cem: Cem’ kadim yani
  öncesiz olan Allah ile hâdis yani sonradan
  yaratılmış arasındaki tefrikanın, farkın ortadan
  kalkması ki bu Allah’ı müşâhade ile gerçekleşir.
  Tam tefrika’nın karşıtı olan cem’e cem’ul-cem
  denir. Yani salikin ne kendini ne de halkı görmesi
  sadece hakikat sultanını (Hakk’ı) görmesidir.
 g) Mahv-İsbat: Kulun aklından gaib olması
  bakımından âdeten sahip olduğu vasıfların
  ortadan kalkması. Hakiki mahv, cem’ halinde
  gerçekleşir. Mahv’ın zıddı isbat’tır.
 h) Gaybet-Huzur: Kalbin maddi âlem ile ilgisini
  kesmesine gayb, zıddına huzur denir.
 ı) Zevk-Şirb-Reyy: Zevk, Hakkın tecellîlerinin
  sonucu olarak duyulan zevktir. Bunu içmeye şirb,
  içip kanmaya reyy denir.
 i) Havf-Recâ: Allah’ın kahrından korkarak dinde
  sabit olmak. Zıddı recâdır.
 j) Kabz-Bast: Havf ve recânın üzerinde iki haldir.
  Emin olunan şeyden korkmak kabz, bunun zıddı
  da basttır. Yani ümit ve güven halidir bast.
 k) Heybet-Üns: Heybet de korku anlamına gelir
  ama bu korku “kavuştuğu sevgilisinin haddi
  Zâtında azametli, celalli olmasından sakınıp
  korkmaktır. Kabz halinden bir derece yüksektir.
  Heybet halinde olan gaybeti yaşar. Üns bu halin
  zıddıdır ve bu haldeki kişi aynı zamanda ‘sahv’ı
  yaşar. Üns, bast halinden bir derece yüksektir.”
 l) Kurb-Bu’d: Kurb, Allah’a taate yakın olma; bu’d
  uzak olma halidir.
 m) Tecellî-Setr: Tecellî, gaybdan gelen ve kalbde
  ortaya çıkan bilgi nurlarıdır. Zıddı setr’dir. Avam
  setr içindeyken havas tecellîyi yaşar.
 n) Levaih-Levami’-Tevali: Gaybden gelen ve
  kalpte kısa süreli olarak kalan bilgi nurlarına kalış
  süresinin uzunluğuna göre bu adlardan birisi
  verilir. En uzun süreli olanı tevalidir.
 o) Muhadara-Mükaşefe-Müşahede: Kalbin Allah
  nezdinde bulunmasına muhadara; bu bulunuşun
  açık bir delille olmasına mükaşefe; Hakk’ın kalpte
  huzuruna (bulunmasına) müşahede denir. Bu
  durumda Allah her şeyde görünür.
 p) İlme’l-Yakin – Ayne’l-Yakin – Hakka’l-
  Yakin: Birincisi delille elde edilen bilgi,
  ikincisi keşfle ilhamla elde edilen bilgi,
  üçüncüsü müşahede ile elde edilen bilgidir.
 r) Kalb-Ruh-Sırr: Ruh da sırr da bedendeki
  latifelerdendir. Kalb, irfan; sırr müşâhade;
  ruh muhabbet mahallidir.

More Related Content

Tasavvufun Tarifi ve Kaynağı

  • 1. TASAVVUFUN TARİFİ VE KAYNAĞI
  • 2. TASAVVUFUN TARİFİ VE KAYNAĞI  Tasavvuf söz konusu olduğunda, ortaya çıkan en büyük sorun, tanımlama güçlüğüdür. Bu güçlük, tasavvufun bireysel yaşantı ve deneyimlere bağlı öznel niteliğinden gelir. Bu nedenle her tanım, tanımı yapanın ruhî ve manevî durumunu yansıtmaktan fazla bir anlam taşımaz. Tasavvufun bu niteliği, mutasavvıflar tarafından "tatmayan bilmez" deyimiyle dile getirilir. Buna rağmen tasavvuf tarihine ve incelemelerine ilişkin eserler sayısız tanımla doludur. Ünlü mutasavvıflar tarafından yapılan ve sayısı iki bini bulan bu tanımlardan birkaçının anılması, konunun niteliğinin daha iyi anlaşılmasına yardımcı olacaktır.
  • 3. Maruf Kerhî'ye (ö. 200/815) göre, "Tasavvuf, gerçekleri almak, halkın elinde bulunandan umut kesip yüz çevirmektir". Seriyü's-Sakatî'ye (ö. 251/865) göre, "Tasavvuf, güzel ahlâktır". Cüneyd Bağdadî (ö. 298/910)'nin tanımı şöyledir: "Tasavvuf, Allah'ın seni senden öldürmesi ve seni kendisiyle diriltmesidir".
  • 4.  Ruveym bin Ahmed el-Bağdadî'nin (ö. 303/915) tanımı şöyledir: "Kendini Allah'ın dilediği şey üzerine bırakıvermen, O'nun iradesine mutlak olarak teslim olmandır".  Ebi Bekir Şiblî'ye (ö. 334/945) göre tasavvuf, "Karşılıklı dostluk ve sevgidir. Hiç bir kaygı duymadan Allah ile birlikte olmaktır. Duyu organlarını zabtetmek, ruhun üfleyişlerine kulak vermektir".
  • 5.  Ebu Said Ebu'l-Hayr'a (ö. 440/1048) göre, "Tasavvuf, kafanda ne varsa bırakman, elinde olanı vermen ve başına gelenden sızlanmamandır".  Eseri, tasavvuf klasiklerinden başlıcası sayılan Kuşeyrî (ö. 465/1072) şöyle tanımlar: "Tasavvuf, Allah dışındaki her şeyden el çekmek, tanınmamayı seçmek ve hayırlı olmayan şeylerden sakınmaktır".
  • 6.  Gazalî'ye (ö. 505/1111) göre tasavvuf, "Kalbi Allah'a bağlayıp O'nun dışındakilerle ilgiyi kesmektir".  Ebu Necib el-Sühreverdî de (ö. 563/1168) şöyle tanımlar: "Başlangıcı ilim, ortası amel, sonu ilahî bağışlardır".
  • 7. TASAVVUFUN KAYNAKLARI 1- Kuran ve Sünnet İbn Haldun’a göre: “Bu ilim İslâm toplumunda ortaya çıkan şer’î ilimlerden biridir. Aslı şudur: Tasavvuf ehlinin yolu, sahabe ve tabiundan olan selefiyye büyükleri nazarındaki hak ve hidâyet yolu idi. Tasavvufun esası, dünya ziynet ve güzelliklerinden yüz çevirmek, insanların çoğunun meylettiği mal, makam ve diğer dünya zevklerinden kalbini ayırarak, halktan ayrı davranarak, Hakk’a yönelmek, ibâdet ve taata sarılmaktır. Bu husus, selefte umumi bir keyfiyet iken, ikinci asırdan itibaren insanların büyük bir bölümü dünyaya meyledince kendini ibâdete verenler ‘Sûfî’ ve ‘Mutasavvıfa’ ismiyle meşhur oldular.
  • 8. 2- Hermetik Gelenek  Bu kaynağın südûr (varlıkların Tanrı’dan çıkışı) Vahdet-i Vücud, bilginin kaynağı gibi hususlarda mutasavvıflara tesir ettiği bilhassa ‘Şeyh-i Yunani’ adı verilen Eflatun’un fikirlerinin ve Yunan felsefesinde kullanılan birçok ıstılahın (misaller, hakikat, hakikatlerin hakikati, feyz, kesret, akl-ı evvel vs…) mutasavvıfların da dilinde dolaştığı doğrudur. Ancak bu tasavvuf hareketinin ilk başlangıcına değil, Halife Memun (v. 198/814) ve Mutasım (v. 227/842) döneminde kurulan Daru’l- Hikme’ler vasıtasıyla, Yunan felsefesinin şaheserlerinin Arapça’ya çevrildiği dönemden sonraya rastlar. Zira Gazali bu gibi fikirleri şiddetle eleştirirken, teosofik İslâm sûfîlerinden İbn Arabî, Konevî, İbn Farıd, İbn Seb‘in gibilerinin bu felsefenin tesirinde olduklarında şüphe yoktur.
  • 9.  Kısaca söylemek gerekirse mistisizm, esasen bütün din ve milletlerde müşterek bir hususiyet arz eder. Onun içindir ki herhangi bir dine mensup olan kimse aynı yolu tutmakla aynı neticeye varmak imkânını haizdir. Çocuklarımızı terbiye tarzımız birbirine benzediği gibi nefsimizi terbiye tarzımız da benzer. Farklı sûfî ve mistiklerin hayat hikâyelerini okuyanlar, birbirini tanımayan ve hatta değişik asırlarda yaşamış sûfîlerin aynı şeyleri nasıl düşünebileceğini yakından görürler.
  • 10. 3- Gnostik Felsefenin Etkisi  Bu konuyu Ebu Reyhan Muhammed b. Ahmed el-Birunî Tahkiku ma li’l-Hind adlı eserinde en geniş şekilde incelemiş Hint, İran ve Yunan mistisizmini karşılaştırmıştır. Bu karşılaştırmaya göre Hint ve İran mistisizmi arasındaki benzerliklerden mühim olanları şunlardır:  1- Hint mistikleri, İllet-i Ûlâya bütün varlığı ile tutunanların, alaka ve engellerden kurtulmak suretiyle O’nunla ittihad edeceklerine inanırlar. Bu inanç az çok İslâm mistisizmine de geçmiştir.  2- Hint mistisizminde tenasüh vardır. Mutasavvıflar arasında da ‘dünya uyuyan, ahiret uyanık candır’ diyerek Hakkın âleme ‘Küllî Zuhur’ yolu ile hulul ettiğine inananlar olduğuna göre ruhun varlıklarda dolaştığını savunan tenasühe inanmakta tereddüt etmemeleri gerekir.
  • 11.  3- Her iki mistisizmde de dünyadan kurtuluş sayesinde marifet denen bilginin hâsıl olacağı kabul edilir.  4- Onların Vedantasara mektebi ile mutasavvıflardan Vahdet-i Vücudçuların görüşleri arasında benzerlikler vardır.  5- Yine Hint-Patenceli tarikine göre bahtiyarlık, dini ibâdet ve vazifeleri yapma suretiyle değil, Allah’ı daima anmak ve düşünmek yolu ile olur ve burada halvet önemlidir. Mutasavvıflar da böyle düşünür. Mesela Bayezıd el-Bistamî ‘Bu makama nasıl erdin?’ sorusuna: “Yılan derisini nasıl atarsa ben de nefsimi öyle attım, sonra nefsime baktım ki ben O olmuşum” diye cevap verir.
  • 12. 4- Hristiyanlığın Etkisi  Von Kremer, sûfîlerin çoğunun Hristiyan papaz ve rahiplerinin tesirinde olduğunu; Goldziher sûfîlerin fakirliği üstün tutmayı rahiplerden aldığını; Nicholson sükût ve zikrin; Nödleke suf giyme, sükut ve zikrin Hristiyan menşeli olduğunu savunurlar.,
  • 13.  Ömer Rıza Doğrul, benzerliklerin temelde doğru olduğunu ama cahiliye döneminde rahipliğe heveslenen Hanzala, Salt b. Umeyye ve Kuss b. Saide gibi kişilerin ve kendini Kâbe’ye adamış Benu Sufe kabilesinin varlığının biraz da Arabîstan’ın çöl ikliminin etkisiyle ilişkili olduğunu, suf giymenin bir Arap âdeti olduğunu, fakirliğin, ilâhî aşk ve zikrin Hristiyanlığın tesiriyle değil, Kur’an’da verilen ‘dünya hayatı’ imajı ile ilgili olduğunu, sükutun İslâm tasavvufunda yeri olmadığını ancak lahut (Allah), nasut (cismani âlem) âlemin, Hakikat-i Muhammediye’den südûru gibi bazı tabirlerin onlardan alınmış olabileceğini savunur. Benzerliklerin mevcudiyetinin bir şey ispat edemeyeceğini tekrar eder.
  • 14. TASAVVUF DÜŞÜNCESİNİN OLUŞUMU VE SİSTEMLEŞMESİ  Tasavvuf, başlangıçtan günümüze gelinceye değin, farklı nitelikler taşıyan çeşitli dönemlerden geçmiştir. Tasavvuf tarihçileri bu dönemlerin belirlenmesinde farklı yaklaşımları benimserler. Bir yaklaşıma göre tasavvuf, tarikatlar öncesi (H. I-VII./M. VII-XIII. yüzyıllar) ve tarikatlar sonrası (H. VIII-XIV./M. XIV-XX. yüzyıllar) olmak üzere iki dönemde incelenmelidir.
  • 15.  Diğer bir yaklaşıma göre tasavvuf tarihi kuruluş (H. I-III/M. VIII-IX. yüzyıllar), gelişme (H. III VIII./M. IX-XIV. yüzyıllar) ve taklit (H. IX./M. XV. yüzyıl sonrası) dönemlerine ayrılır. Üçüncü bir yaklaşıma göre tasavvuf Hz. Muhammed'den Cüneyd Bağdadî'ye kadar (H. IIII./M. VII-IX. yüzyıllar), Cüneyd'den Muhyiddin ibn Arabî'ye kadar (H. IV-VII/M. X-XIII. yüzyıllar) ve İbn Arabî'den günümüze kadar olmak üzere üç dönemden geçer.
  • 16.  Son ve en yaygın yaklaşıma göre ise tasavvuf zühd dönemi, tasavvuf dönemi, Felsefî tasavvuf dönemi ve tarikatlar dönemi halinde başlıca dört dönemde ele alınmalıdır. Tek başlarına tasavvufun geçirdiği evreleri açıklamakta yetersiz kalsalar da, bu yaklaşımlar, tasavvufun gelişme yönlerini izlememize imkan vermektedir. Buna göre tasavvufun kuruluş (zühd), sistemleşme (tasavvuf ve Felsefî tasavvuf) ve tarikatlar (taklit) evrelerinden geçtiği söylenebilir.
  • 17. 1- Zühd ve İlk Zahidler  Zühd dönemi, aslında tasavvufun bulunmadığı dönemi ifade eder. Bu dönemden sonra gelen dönemler, tasavvufun gittikçe Felsefî bir karaktere bürünmesiyle birlikte, ulema tarafından zaman zaman eleştirilere uğramıştır. Zühd, yanlış yorumlara maruz kalmış konuların başında gelmektedir. Mesela bu konuyu açıklamaya çalışan birçok kaynak zühdde Hz. Peygamberin ve sahabenin hayatından örnekler verirken onların açlığa ve yokluğa nasıl göğüs gerdiklerini günlerce karınlarına nasıl taş bağladıklarını anlatırlar. Oysa zühdün gerçek anlamı bunlardan çok uzaktır.
  • 18.  Bu Devrin Özellikleri: Bu devirde, halvet, uzlet, riyazet, mücahede, sabır, tevekkül gibi her müslüman tarafından anlaşılabilen terimler vardır. Yani tasavvuf henüz ıstılahları vaz’edilmiş müstakil bir ilim dalı haline gelmemiştir. Bu dönemde en hâkim duygu zühd ve Allah korkusu idi ki bunu en güzel bir şekilde gördüğümüz zahid, Hasan el-Basrî’dir. İmam Abdülvehhab eş-Şa’ranî (v. 973/1565), onun için “Cehennem ateşinden o kadar korkardı ki sanırdınız ki cehennem kendisi için yaratılmış” demektedir. Hasan el-Basrî ayrıca tefekkür ve nefis muhasebesine önem veren birisi olarak tasavvuf tarihinin ikinci safhası olan ‘Tasavvuf Dönemi’nin en ünlü simalarından Haris el-Muhasibi’yi etkilemiştir.
  • 19.  Bu dönem sûfîlerinden bir diğeri olan Rabia el- Adeviyye’de ise ‘Allah Aşkı’ ön plana çıkmıştır. Düşüncelerinde Vahdet-i Vücud’un izlerini bulmanın mümkün olduğu Rabia el-Adeviyye, Tasavvuf Döneminde karşımıza çıkacak olan Maruf el-Kerhî, Zünnun el-Mısrî, Bayezıd el- Bistamî, Cüneyd el-Bağdadî, Hallac, Haris el- Muhasibî gibi birçok ünlü sûfî ve mutasavvıfı düşünceleriyle etkilemiştir. Evine kapanıp dışarı çıkmayan Rabia el-Adeviyye’ye bir hizmetçi: “Dışarı çık da ilâhî sanatı seyret!” deyince O: “İçeri gir de sen de sanatkârı temaşa et!” diye cevap vermiştir. Kendisiyle evlenmek isteyen Hasan el- Basrî’ye: “Bende vücud yok ki evleneyim” diye cevap vermişti ki bu düşünce, Vahdet-i Vücud’un ilk nüvesi olarak kabul edilebilir.
  • 20. 2- Zühdden Tasavvufa Geçiş  Bu dönemde (H. III-VI. asırlar) tasavvuf artık sadece ‘zühd’ olmaktan çıkıp günümüz tabiriyle ‘mistisizm’ diyebileceğimiz bir karaktere bürünmeye başlamıştır. Bu açıdan dönem, tasavvufun bir ilim olarak teşekkül etmeye başladığı, temellerinin atılıp prensiplerinin belirlendiği, büyük mutasavvıfların yetişmeye, tasavvuf klasiklerinin yazılmaya ve böylece sûfîlerin toplum içerisinde artık müstakil bir sınıf oluşturmaya başladığı bir dönem olma özelliğini taşır. Bu dönemde ruhî ve Bâtıni bazı haller, ruh tasfiyesi, Allah’a vusul, marifeti elde etme gibi konular, artık herkesin anlamayacağı kelimelerle ifade edilmeye başlamıştır. Bu kelimelerden önemlileri şunlardır:
  • 21.  a) Vakt: Kulun üzerine gelen ilâhî varidat ve Rabbani tecellîyatın zamanıdır ki, o varidat gelince kulu tasarrufu altına alır. Kulun iradesi olmadan kalbine gelen hale de ‘Varid’ denir.  b) Tevacüd-Vecd-Vücud: Salikin ihtiyarı ile vecdi davet etmesine tevacüd; zorlaması olmadan kalbine gelen hale vecd; vecdin yükselişine yani beşerî sıfatların tamamen yok olup buluşmanın gerçekleşmesine vücûd denir.  c) Hal: Hakk’tan kalbe gelen bir his heyecan ve manadır.  d) Marifet: Allah’ı sıfat ve isimleri ile tanıma, daima O’na münacat hali içinde olma, yaptıklarıyla O’nu tasdik etme, kötü huylardan kaçınma, kalbini yalnızca O’na verme hali.
  • 22.  e) Fenâ-Bekâ: Fenâ, kulun fiilini görememe halinde bulunmasıdır. 3 türlü Fenâ hali vardır.  1- Fenâ fi’l-Kusud: Kulun kendi irade ve isteğine göre değil Allah’ın irade ve isteğine göre hareket etmesi, Allah’ın iradesinde yok olmasıdır.  2- Fenâ fi’ş-Şuhud: Allah’tan başka bir şeyi görmeme, aşkın ve vecdin tesiriyle her şeyi Allah’ın tecellîsi olarak görme.  3- Fenâ fil-Vücûd: Varlıkta fani olmak herşeyi Allah olarak görmek, Allah olarak bilmek. Fenâ’nın zıddı daha doğrusu devam ve gereği ‘Bekâ’dır. (Allah’ın sıfat ve vasıflarıyla süslenmektir.)
  • 23.  f) Cem’ – Fark – Cem’ul-Cem: Cem’ kadim yani öncesiz olan Allah ile hâdis yani sonradan yaratılmış arasındaki tefrikanın, farkın ortadan kalkması ki bu Allah’ı müşâhade ile gerçekleşir. Tam tefrika’nın karşıtı olan cem’e cem’ul-cem denir. Yani salikin ne kendini ne de halkı görmesi sadece hakikat sultanını (Hakk’ı) görmesidir.  g) Mahv-İsbat: Kulun aklından gaib olması bakımından âdeten sahip olduğu vasıfların ortadan kalkması. Hakiki mahv, cem’ halinde gerçekleşir. Mahv’ın zıddı isbat’tır.  h) Gaybet-Huzur: Kalbin maddi âlem ile ilgisini kesmesine gayb, zıddına huzur denir.  ı) Zevk-Şirb-Reyy: Zevk, Hakkın tecellîlerinin sonucu olarak duyulan zevktir. Bunu içmeye şirb, içip kanmaya reyy denir.
  • 24.  i) Havf-Recâ: Allah’ın kahrından korkarak dinde sabit olmak. Zıddı recâdır.  j) Kabz-Bast: Havf ve recânın üzerinde iki haldir. Emin olunan şeyden korkmak kabz, bunun zıddı da basttır. Yani ümit ve güven halidir bast.  k) Heybet-Üns: Heybet de korku anlamına gelir ama bu korku “kavuştuğu sevgilisinin haddi Zâtında azametli, celalli olmasından sakınıp korkmaktır. Kabz halinden bir derece yüksektir. Heybet halinde olan gaybeti yaşar. Üns bu halin zıddıdır ve bu haldeki kişi aynı zamanda ‘sahv’ı yaşar. Üns, bast halinden bir derece yüksektir.”
  • 25.  l) Kurb-Bu’d: Kurb, Allah’a taate yakın olma; bu’d uzak olma halidir.  m) Tecellî-Setr: Tecellî, gaybdan gelen ve kalbde ortaya çıkan bilgi nurlarıdır. Zıddı setr’dir. Avam setr içindeyken havas tecellîyi yaşar.  n) Levaih-Levami’-Tevali: Gaybden gelen ve kalpte kısa süreli olarak kalan bilgi nurlarına kalış süresinin uzunluğuna göre bu adlardan birisi verilir. En uzun süreli olanı tevalidir.  o) Muhadara-Mükaşefe-Müşahede: Kalbin Allah nezdinde bulunmasına muhadara; bu bulunuşun açık bir delille olmasına mükaşefe; Hakk’ın kalpte huzuruna (bulunmasına) müşahede denir. Bu durumda Allah her şeyde görünür.
  • 26.  p) İlme’l-Yakin – Ayne’l-Yakin – Hakka’l- Yakin: Birincisi delille elde edilen bilgi, ikincisi keşfle ilhamla elde edilen bilgi, üçüncüsü müşahede ile elde edilen bilgidir.  r) Kalb-Ruh-Sırr: Ruh da sırr da bedendeki latifelerdendir. Kalb, irfan; sırr müşâhade; ruh muhabbet mahallidir.