2. TASAVVUFUN TARİFİ VE
KAYNAĞI
Tasavvuf söz konusu olduğunda, ortaya çıkan en
büyük sorun, tanımlama güçlüğüdür. Bu güçlük,
tasavvufun bireysel yaşantı ve deneyimlere bağlı öznel
niteliğinden gelir. Bu nedenle her tanım, tanımı yapanın
ruhî ve manevî durumunu yansıtmaktan fazla bir anlam
taşımaz. Tasavvufun bu niteliği, mutasavvıflar
tarafından "tatmayan bilmez" deyimiyle dile getirilir.
Buna rağmen tasavvuf tarihine ve incelemelerine ilişkin
eserler sayısız tanımla doludur. Ünlü mutasavvıflar
tarafından yapılan ve sayısı iki bini bulan bu
tanımlardan birkaçının anılması, konunun niteliğinin
daha iyi anlaşılmasına yardımcı olacaktır.
3. Maruf Kerhî'ye (ö. 200/815) göre, "Tasavvuf,
gerçekleri almak, halkın elinde bulunandan
umut kesip yüz çevirmektir".
Seriyü's-Sakatî'ye (ö. 251/865) göre,
"Tasavvuf, güzel ahlâktır".
Cüneyd Bağdadî (ö. 298/910)'nin tanımı
şöyledir: "Tasavvuf, Allah'ın seni senden
öldürmesi ve seni kendisiyle diriltmesidir".
4. Ruveym bin Ahmed el-Bağdadî'nin (ö.
303/915) tanımı şöyledir: "Kendini Allah'ın
dilediği şey üzerine bırakıvermen, O'nun
iradesine mutlak olarak teslim olmandır".
Ebi Bekir Şiblî'ye (ö. 334/945) göre tasavvuf,
"Karşılıklı dostluk ve sevgidir. Hiç bir kaygı
duymadan Allah ile birlikte olmaktır. Duyu
organlarını zabtetmek, ruhun üfleyişlerine
kulak vermektir".
5. Ebu Said Ebu'l-Hayr'a (ö. 440/1048) göre,
"Tasavvuf, kafanda ne varsa bırakman,
elinde olanı vermen ve başına gelenden
sızlanmamandır".
Eseri, tasavvuf klasiklerinden başlıcası
sayılan Kuşeyrî (ö. 465/1072) şöyle
tanımlar: "Tasavvuf, Allah dışındaki her
şeyden el çekmek, tanınmamayı seçmek ve
hayırlı olmayan şeylerden sakınmaktır".
6. Gazalî'ye (ö. 505/1111) göre tasavvuf,
"Kalbi Allah'a bağlayıp O'nun dışındakilerle
ilgiyi kesmektir".
Ebu Necib el-Sühreverdî de (ö. 563/1168)
şöyle tanımlar: "Başlangıcı ilim, ortası amel,
sonu ilahî bağışlardır".
7. TASAVVUFUN KAYNAKLARI
1- Kuran ve Sünnet
İbn Haldun’a göre: “Bu ilim İslâm toplumunda
ortaya çıkan şer’î ilimlerden biridir. Aslı şudur:
Tasavvuf ehlinin yolu, sahabe ve tabiundan olan
selefiyye büyükleri nazarındaki hak ve hidâyet yolu
idi. Tasavvufun esası, dünya ziynet ve
güzelliklerinden yüz çevirmek, insanların çoğunun
meylettiği mal, makam ve diğer dünya zevklerinden
kalbini ayırarak, halktan ayrı davranarak, Hakk’a
yönelmek, ibâdet ve taata sarılmaktır. Bu husus,
selefte umumi bir keyfiyet iken, ikinci asırdan itibaren
insanların büyük bir bölümü dünyaya meyledince
kendini ibâdete verenler ‘Sûfî’ ve ‘Mutasavvıfa’
ismiyle meşhur oldular.
8. 2- Hermetik Gelenek
Bu kaynağın südûr (varlıkların Tanrı’dan çıkışı) Vahdet-i
Vücud, bilginin kaynağı gibi hususlarda mutasavvıflara
tesir ettiği bilhassa ‘Şeyh-i Yunani’ adı verilen Eflatun’un
fikirlerinin ve Yunan felsefesinde kullanılan birçok
ıstılahın (misaller, hakikat, hakikatlerin hakikati, feyz,
kesret, akl-ı evvel vs…) mutasavvıfların da dilinde
dolaştığı doğrudur. Ancak bu tasavvuf hareketinin ilk
başlangıcına değil, Halife Memun (v. 198/814) ve
Mutasım (v. 227/842) döneminde kurulan Daru’l-
Hikme’ler vasıtasıyla, Yunan felsefesinin şaheserlerinin
Arapça’ya çevrildiği dönemden sonraya rastlar. Zira
Gazali bu gibi fikirleri şiddetle eleştirirken, teosofik İslâm
sûfîlerinden İbn Arabî, Konevî, İbn Farıd, İbn Seb‘in
gibilerinin bu felsefenin tesirinde olduklarında şüphe
yoktur.
9. Kısaca söylemek gerekirse mistisizm,
esasen bütün din ve milletlerde müşterek
bir hususiyet arz eder. Onun içindir ki
herhangi bir dine mensup olan kimse
aynı yolu tutmakla aynı neticeye varmak
imkânını haizdir. Çocuklarımızı terbiye
tarzımız birbirine benzediği gibi nefsimizi
terbiye tarzımız da benzer. Farklı sûfî ve
mistiklerin hayat hikâyelerini okuyanlar,
birbirini tanımayan ve hatta değişik
asırlarda yaşamış sûfîlerin aynı şeyleri
nasıl düşünebileceğini yakından görürler.
10. 3- Gnostik Felsefenin Etkisi
Bu konuyu Ebu Reyhan Muhammed b. Ahmed
el-Birunî Tahkiku ma li’l-Hind adlı eserinde en
geniş şekilde incelemiş Hint, İran ve Yunan
mistisizmini karşılaştırmıştır. Bu karşılaştırmaya
göre Hint ve İran mistisizmi arasındaki
benzerliklerden mühim olanları şunlardır:
1- Hint mistikleri, İllet-i Ûlâya bütün varlığı ile
tutunanların, alaka ve engellerden kurtulmak
suretiyle O’nunla ittihad edeceklerine inanırlar.
Bu inanç az çok İslâm mistisizmine de geçmiştir.
2- Hint mistisizminde tenasüh vardır.
Mutasavvıflar arasında da ‘dünya uyuyan, ahiret
uyanık candır’ diyerek Hakkın âleme ‘Küllî Zuhur’
yolu ile hulul ettiğine inananlar olduğuna göre
ruhun varlıklarda dolaştığını savunan tenasühe
inanmakta tereddüt etmemeleri gerekir.
11. 3- Her iki mistisizmde de dünyadan kurtuluş
sayesinde marifet denen bilginin hâsıl olacağı
kabul edilir.
4- Onların Vedantasara mektebi ile
mutasavvıflardan Vahdet-i Vücudçuların görüşleri
arasında benzerlikler vardır.
5- Yine Hint-Patenceli tarikine göre bahtiyarlık, dini
ibâdet ve vazifeleri yapma suretiyle değil, Allah’ı
daima anmak ve düşünmek yolu ile olur ve burada
halvet önemlidir. Mutasavvıflar da böyle düşünür.
Mesela Bayezıd el-Bistamî ‘Bu makama nasıl
erdin?’ sorusuna: “Yılan derisini nasıl atarsa ben
de nefsimi öyle attım, sonra nefsime baktım ki ben
O olmuşum” diye cevap verir.
12. 4- Hristiyanlığın Etkisi
Von Kremer, sûfîlerin çoğunun Hristiyan
papaz ve rahiplerinin tesirinde olduğunu;
Goldziher sûfîlerin fakirliği üstün tutmayı
rahiplerden aldığını; Nicholson sükût ve
zikrin; Nödleke suf giyme, sükut ve zikrin
Hristiyan menşeli olduğunu savunurlar.,
13. Ömer Rıza Doğrul, benzerliklerin temelde doğru
olduğunu ama cahiliye döneminde rahipliğe
heveslenen Hanzala, Salt b. Umeyye ve Kuss b.
Saide gibi kişilerin ve kendini Kâbe’ye adamış
Benu Sufe kabilesinin varlığının biraz da
Arabîstan’ın çöl ikliminin etkisiyle ilişkili olduğunu,
suf giymenin bir Arap âdeti olduğunu, fakirliğin,
ilâhî aşk ve zikrin Hristiyanlığın tesiriyle değil,
Kur’an’da verilen ‘dünya hayatı’ imajı ile ilgili
olduğunu, sükutun İslâm tasavvufunda yeri
olmadığını ancak lahut (Allah), nasut (cismani
âlem) âlemin, Hakikat-i Muhammediye’den südûru
gibi bazı tabirlerin onlardan alınmış olabileceğini
savunur. Benzerliklerin mevcudiyetinin bir şey
ispat edemeyeceğini tekrar eder.
14. TASAVVUF DÜŞÜNCESİNİN OLUŞUMU
VE SİSTEMLEŞMESİ
Tasavvuf, başlangıçtan günümüze
gelinceye değin, farklı nitelikler taşıyan
çeşitli dönemlerden geçmiştir.
Tasavvuf tarihçileri bu dönemlerin
belirlenmesinde farklı yaklaşımları
benimserler. Bir yaklaşıma göre
tasavvuf, tarikatlar öncesi (H. I-VII./M.
VII-XIII. yüzyıllar) ve tarikatlar sonrası
(H. VIII-XIV./M. XIV-XX. yüzyıllar) olmak
üzere iki dönemde incelenmelidir.
15. Diğer bir yaklaşıma göre tasavvuf tarihi
kuruluş (H. I-III/M. VIII-IX. yüzyıllar), gelişme
(H. III VIII./M. IX-XIV. yüzyıllar) ve taklit (H.
IX./M. XV. yüzyıl sonrası) dönemlerine
ayrılır. Üçüncü bir yaklaşıma göre tasavvuf
Hz. Muhammed'den Cüneyd Bağdadî'ye
kadar (H. IIII./M. VII-IX. yüzyıllar),
Cüneyd'den Muhyiddin ibn Arabî'ye kadar
(H. IV-VII/M. X-XIII. yüzyıllar) ve İbn
Arabî'den günümüze kadar olmak üzere üç
dönemden geçer.
16. Son ve en yaygın yaklaşıma göre ise
tasavvuf zühd dönemi, tasavvuf dönemi,
Felsefî tasavvuf dönemi ve tarikatlar dönemi
halinde başlıca dört dönemde ele
alınmalıdır. Tek başlarına tasavvufun
geçirdiği evreleri açıklamakta yetersiz
kalsalar da, bu yaklaşımlar, tasavvufun
gelişme yönlerini izlememize imkan
vermektedir. Buna göre tasavvufun kuruluş
(zühd), sistemleşme (tasavvuf ve Felsefî
tasavvuf) ve tarikatlar (taklit) evrelerinden
geçtiği söylenebilir.
17. 1- Zühd ve İlk Zahidler
Zühd dönemi, aslında tasavvufun bulunmadığı
dönemi ifade eder. Bu dönemden sonra gelen
dönemler, tasavvufun gittikçe Felsefî bir
karaktere bürünmesiyle birlikte, ulema
tarafından zaman zaman eleştirilere uğramıştır.
Zühd, yanlış yorumlara maruz kalmış konuların
başında gelmektedir. Mesela bu konuyu
açıklamaya çalışan birçok kaynak zühdde Hz.
Peygamberin ve sahabenin hayatından örnekler
verirken onların açlığa ve yokluğa nasıl göğüs
gerdiklerini günlerce karınlarına nasıl taş
bağladıklarını anlatırlar. Oysa zühdün gerçek
anlamı bunlardan çok uzaktır.
18. Bu Devrin Özellikleri: Bu devirde, halvet, uzlet,
riyazet, mücahede, sabır, tevekkül gibi her
müslüman tarafından anlaşılabilen terimler vardır.
Yani tasavvuf henüz ıstılahları vaz’edilmiş
müstakil bir ilim dalı haline gelmemiştir. Bu
dönemde en hâkim duygu zühd ve Allah korkusu
idi ki bunu en güzel bir şekilde gördüğümüz zahid,
Hasan el-Basrî’dir. İmam Abdülvehhab eş-Şa’ranî
(v. 973/1565), onun için “Cehennem ateşinden o
kadar korkardı ki sanırdınız ki cehennem kendisi
için yaratılmış” demektedir. Hasan el-Basrî ayrıca
tefekkür ve nefis muhasebesine önem veren birisi
olarak tasavvuf tarihinin ikinci safhası olan
‘Tasavvuf Dönemi’nin en ünlü simalarından Haris
el-Muhasibi’yi etkilemiştir.
19. Bu dönem sûfîlerinden bir diğeri olan Rabia el-
Adeviyye’de ise ‘Allah Aşkı’ ön plana çıkmıştır.
Düşüncelerinde Vahdet-i Vücud’un izlerini
bulmanın mümkün olduğu Rabia el-Adeviyye,
Tasavvuf Döneminde karşımıza çıkacak olan
Maruf el-Kerhî, Zünnun el-Mısrî, Bayezıd el-
Bistamî, Cüneyd el-Bağdadî, Hallac, Haris el-
Muhasibî gibi birçok ünlü sûfî ve mutasavvıfı
düşünceleriyle etkilemiştir. Evine kapanıp dışarı
çıkmayan Rabia el-Adeviyye’ye bir hizmetçi:
“Dışarı çık da ilâhî sanatı seyret!” deyince O: “İçeri
gir de sen de sanatkârı temaşa et!” diye cevap
vermiştir. Kendisiyle evlenmek isteyen Hasan el-
Basrî’ye: “Bende vücud yok ki evleneyim” diye
cevap vermişti ki bu düşünce, Vahdet-i Vücud’un
ilk nüvesi olarak kabul edilebilir.
20. 2- Zühdden Tasavvufa Geçiş
Bu dönemde (H. III-VI. asırlar) tasavvuf artık
sadece ‘zühd’ olmaktan çıkıp günümüz tabiriyle
‘mistisizm’ diyebileceğimiz bir karaktere
bürünmeye başlamıştır. Bu açıdan dönem,
tasavvufun bir ilim olarak teşekkül etmeye
başladığı, temellerinin atılıp prensiplerinin
belirlendiği, büyük mutasavvıfların yetişmeye,
tasavvuf klasiklerinin yazılmaya ve böylece
sûfîlerin toplum içerisinde artık müstakil bir sınıf
oluşturmaya başladığı bir dönem olma özelliğini
taşır. Bu dönemde ruhî ve Bâtıni bazı haller, ruh
tasfiyesi, Allah’a vusul, marifeti elde etme gibi
konular, artık herkesin anlamayacağı kelimelerle
ifade edilmeye başlamıştır. Bu kelimelerden
önemlileri şunlardır:
21. a) Vakt: Kulun üzerine gelen ilâhî varidat ve
Rabbani tecellîyatın zamanıdır ki, o varidat
gelince kulu tasarrufu altına alır. Kulun iradesi
olmadan kalbine gelen hale de ‘Varid’ denir.
b) Tevacüd-Vecd-Vücud: Salikin ihtiyarı ile vecdi
davet etmesine tevacüd; zorlaması olmadan
kalbine gelen hale vecd; vecdin yükselişine yani
beşerî sıfatların tamamen yok olup buluşmanın
gerçekleşmesine vücûd denir.
c) Hal: Hakk’tan kalbe gelen bir his heyecan ve
manadır.
d) Marifet: Allah’ı sıfat ve isimleri ile tanıma,
daima O’na münacat hali içinde olma,
yaptıklarıyla O’nu tasdik etme, kötü huylardan
kaçınma, kalbini yalnızca O’na verme hali.
22. e) Fenâ-Bekâ: Fenâ, kulun fiilini görememe
halinde bulunmasıdır. 3 türlü Fenâ hali vardır.
1- Fenâ fi’l-Kusud: Kulun kendi irade ve isteğine
göre değil Allah’ın irade ve isteğine göre hareket
etmesi, Allah’ın iradesinde yok olmasıdır.
2- Fenâ fi’ş-Şuhud: Allah’tan başka bir şeyi
görmeme, aşkın ve vecdin tesiriyle her şeyi
Allah’ın tecellîsi olarak görme.
3- Fenâ fil-Vücûd: Varlıkta fani olmak herşeyi
Allah olarak görmek, Allah olarak bilmek. Fenâ’nın
zıddı daha doğrusu devam ve gereği ‘Bekâ’dır.
(Allah’ın sıfat ve vasıflarıyla süslenmektir.)
23. f) Cem’ – Fark – Cem’ul-Cem: Cem’ kadim yani
öncesiz olan Allah ile hâdis yani sonradan
yaratılmış arasındaki tefrikanın, farkın ortadan
kalkması ki bu Allah’ı müşâhade ile gerçekleşir.
Tam tefrika’nın karşıtı olan cem’e cem’ul-cem
denir. Yani salikin ne kendini ne de halkı görmesi
sadece hakikat sultanını (Hakk’ı) görmesidir.
g) Mahv-İsbat: Kulun aklından gaib olması
bakımından âdeten sahip olduğu vasıfların
ortadan kalkması. Hakiki mahv, cem’ halinde
gerçekleşir. Mahv’ın zıddı isbat’tır.
h) Gaybet-Huzur: Kalbin maddi âlem ile ilgisini
kesmesine gayb, zıddına huzur denir.
ı) Zevk-Şirb-Reyy: Zevk, Hakkın tecellîlerinin
sonucu olarak duyulan zevktir. Bunu içmeye şirb,
içip kanmaya reyy denir.
24. i) Havf-Recâ: Allah’ın kahrından korkarak dinde
sabit olmak. Zıddı recâdır.
j) Kabz-Bast: Havf ve recânın üzerinde iki haldir.
Emin olunan şeyden korkmak kabz, bunun zıddı
da basttır. Yani ümit ve güven halidir bast.
k) Heybet-Üns: Heybet de korku anlamına gelir
ama bu korku “kavuştuğu sevgilisinin haddi
Zâtında azametli, celalli olmasından sakınıp
korkmaktır. Kabz halinden bir derece yüksektir.
Heybet halinde olan gaybeti yaşar. Üns bu halin
zıddıdır ve bu haldeki kişi aynı zamanda ‘sahv’ı
yaşar. Üns, bast halinden bir derece yüksektir.”
25. l) Kurb-Bu’d: Kurb, Allah’a taate yakın olma; bu’d
uzak olma halidir.
m) Tecellî-Setr: Tecellî, gaybdan gelen ve kalbde
ortaya çıkan bilgi nurlarıdır. Zıddı setr’dir. Avam
setr içindeyken havas tecellîyi yaşar.
n) Levaih-Levami’-Tevali: Gaybden gelen ve
kalpte kısa süreli olarak kalan bilgi nurlarına kalış
süresinin uzunluğuna göre bu adlardan birisi
verilir. En uzun süreli olanı tevalidir.
o) Muhadara-Mükaşefe-Müşahede: Kalbin Allah
nezdinde bulunmasına muhadara; bu bulunuşun
açık bir delille olmasına mükaşefe; Hakk’ın kalpte
huzuruna (bulunmasına) müşahede denir. Bu
durumda Allah her şeyde görünür.
26. p) İlme’l-Yakin – Ayne’l-Yakin – Hakka’l-
Yakin: Birincisi delille elde edilen bilgi,
ikincisi keşfle ilhamla elde edilen bilgi,
üçüncüsü müşahede ile elde edilen bilgidir.
r) Kalb-Ruh-Sırr: Ruh da sırr da bedendeki
latifelerdendir. Kalb, irfan; sırr müşâhade;
ruh muhabbet mahallidir.