ݺߣ

ݺߣShare a Scribd company logo
Sabır ve Şükür
Bir adam, Peygamberimize (s.a.v) gelerek şöyle sormuş: - “Ya Resulallah, demiş, bana öyle bir şey haber ver ki onu yapınca cennete layık hale geleyim!”
Şöyle anlatmış cennete layık hale gelme anlayışını: - “Allah'ın senin hakkındaki takdirine ya sabırla ya da şükürle karşılık ver; cennete layık hale geldin, gitti!”
Evet, maruz kalınan İlahî takdirlere ya sabır ya da şükürle karşılık vermek… Neden ya sabır ya da şükür?
Çünkü mümin insanın özel vasfıdır bu sabır ve şükür… Bu özel vasfı sayesinde inanmış insan, hayatta karşılaştığı her durumu kendi hakkında hayra çevirebilir.
Nitekim, Peygamberimiz (s.a.v), müminin her halini hayra çeviren bu özel vasfını şöyle haber vermiştir bizlere:
- “Hayret edilir müminin haline. Üzücü bir olayla karşılaşsa sabreder kazanır, sevindirici bir olayla karşılaşsa şükreder yine kazanır.”
Yani mümin, bu özel vasfı sayesinde her olayı hakkında hayra çevirebilir. Böylece tevekkül ve teslimiyeti ona hep kazandırır, hiç kaybettirmez…
Nitekim Lokman Hekim de müminin bu sabırlı halini şöyle izah der: -Nasıl madenin kıymetlisi ateşe verilince üzerindeki pası dökülüp altından öz cevheri çıkarsa,
… Allah'ın sevdiği kulları da maruz kaldıkları musibetleri sabır ve tevekkülle karşılayarak günahlardan arınmış saf kulları haline gelirler.
Kaldı ki, bizim şer sanıp da üzüntü, sıkıntı duyduğumuz birçok olayların aslında şer değil hayır olduğu da daha sonraki sonuçlarından anlaşılır.
Yanıldığımızı, boşuna üzüldüğümüzü de o zaman mahcubiyet duyarak idrak ederiz.
Hikmet alimleri müminin maruz kaldığı musibet ve sıkıntıları iki kısma ayırıyorlar:
Kulun makamının yükselmesi için gelen sıkıntılar…  - İşlemiş olduğu günahın cezası olarak gelen sıkıntılar…
Şurası kesindir ki, her iki hal de kulun lehinedir. Çünkü kul burada günahının cezasını çekmezse ahirete tehir edilir. Ahiretin cezası ise dünya ile kıyaslanamayacak kadar ağır ve acı olur.
Bundan dolayı k â mil insanlar, maruz kaldıkları musibet ve sıkıntıları ‘günahlarının peşin olarak verilen cezasıdır’ diye yorumlayarak; ayrıca bundan sevinç duymuşlar, musibetin içinde yine bir nevi mutluluk hissetmişlerdir…
Başa gelen bir kısım musibetlerin, günahların karşılığı olduğuna dair verilen misalde şu olay anlatılır:
Sahabeden bir zat, ‘Cahiliye Devri’nde tanıdığı bir kadınla yolda karşılaşır. Ayaküstü sohbetten sonra ayrılıp giden kadının arkasından bakmaya devam eder…
Bu sırada önündeki çukura giren ayağı kırılır…
Sonra Resulüllah'ın (s.a.v) huzuruna gelerek kadına bakarken ayağının kırıldığını anlatınca, Efendimiz (s.a.v) şöyle bir hatırlatmada bulunur:
-Allah, bir kulunu severse onun işlemiş olduğu hatasının cezasını hemen peşin olarak verir, ahirete ertelemez!
Böylece kul, burada cezasını çektiğinden ahirete o günahla gitmekten kurtulmuş olur…
Demek ki, maruz kaldığımız sıkıntılar işlediğimiz yanlışlarımızın bir bakıma cezasını teşkil ediyorsa, buna da üzülmemek, aksine sevinmek bile mümkün..
Ahirete tehir edilmeyip dünyada ödemek söz konusudur çünkü…
Küçük ve masumlara gelen sıkıntılar da, onların ilerdeki çekecekleri sıkıntılara bedel bir rahmet olup, ölürlerse manevi şehit, malları ise kendileri hakkında sadaka hükmüne geçer…
Asıl korkulacak sıkıntı ve musibet, dine gelen sıkıntı ve musibettir. Bu musibetin insana kazandıracak hiçbir hayır yanı yoktur…
Ama dünyevî musibetin verdiği zahmet burada kalır, kazandırdığı rahmet ise ahirete beraber gider...
İşte bu farktan dolayıdır ki, hikmet alimi Sehl bin Abdullah'a şikâyette bulunan bir adam "Evime hırsız girmiş, altınlarımızı çalıp götürmüş."deyince şöyle cevap vermiş:
- “Bunlar dünyevî musibetlerdir… Ya musibet malına değil de dinine gelse de, Şeytan kafana girip vesvese vererek imanını çalmış olsaydı ne yapacaktın?
Asıl musibet bu musibettir. Dini yaşama aşk ve şevkini kaybetme musibeti… Korkacaksanız böyle musibetten korkun!”
Günahlar ve haramlar, tövbe edilmezse, ahirette devam edecek sıkıntı ve hastalıklardır.
“ Musibet-i diniyeden her vakit dergâh-ı İlâhiyeye iltica edip feryad etmek gerektir. Fakat dinî olmayan musibetler, hakikat noktasında musibet değildirler.
Bir kısmı ihtar-ı 鲹âî徱.
Nasıl ki çoban, gayrın tarlasına tecavüz eden koyunlarına taş atıp, onlar o taştan hissederler ki, zararlı işten kurtarmak için bir ihtardır, memnunâne dönerler.
Öyle de, çok zâhirî musibetler var ki, İlâhî birer ihtar, birer ikazdır. Ve bir kısmı keffâretü'z-zünubdur (günahlara keffarettir).
Ve bir kısmı, gafleti dağıtıp, beşerî olan aczini ve zaafını bildirerek bir nevi huzur vermektir…“
Sunum: Ahmet Yordam www.yolyordam.com

More Related Content

Sabır ve Şükür

  • 2. Bir adam, Peygamberimize (s.a.v) gelerek şöyle sormuş: - “Ya Resulallah, demiş, bana öyle bir şey haber ver ki onu yapınca cennete layık hale geleyim!”
  • 3. Şöyle anlatmış cennete layık hale gelme anlayışını: - “Allah'ın senin hakkındaki takdirine ya sabırla ya da şükürle karşılık ver; cennete layık hale geldin, gitti!”
  • 4. Evet, maruz kalınan İlahî takdirlere ya sabır ya da şükürle karşılık vermek… Neden ya sabır ya da şükür?
  • 5. Çünkü mümin insanın özel vasfıdır bu sabır ve şükür… Bu özel vasfı sayesinde inanmış insan, hayatta karşılaştığı her durumu kendi hakkında hayra çevirebilir.
  • 6. Nitekim, Peygamberimiz (s.a.v), müminin her halini hayra çeviren bu özel vasfını şöyle haber vermiştir bizlere:
  • 7. - “Hayret edilir müminin haline. Üzücü bir olayla karşılaşsa sabreder kazanır, sevindirici bir olayla karşılaşsa şükreder yine kazanır.”
  • 8. Yani mümin, bu özel vasfı sayesinde her olayı hakkında hayra çevirebilir. Böylece tevekkül ve teslimiyeti ona hep kazandırır, hiç kaybettirmez…
  • 9. Nitekim Lokman Hekim de müminin bu sabırlı halini şöyle izah der: -Nasıl madenin kıymetlisi ateşe verilince üzerindeki pası dökülüp altından öz cevheri çıkarsa,
  • 10. … Allah'ın sevdiği kulları da maruz kaldıkları musibetleri sabır ve tevekkülle karşılayarak günahlardan arınmış saf kulları haline gelirler.
  • 11. Kaldı ki, bizim şer sanıp da üzüntü, sıkıntı duyduğumuz birçok olayların aslında şer değil hayır olduğu da daha sonraki sonuçlarından anlaşılır.
  • 12. Yanıldığımızı, boşuna üzüldüğümüzü de o zaman mahcubiyet duyarak idrak ederiz.
  • 13. Hikmet alimleri müminin maruz kaldığı musibet ve sıkıntıları iki kısma ayırıyorlar:
  • 14. Kulun makamının yükselmesi için gelen sıkıntılar… - İşlemiş olduğu günahın cezası olarak gelen sıkıntılar…
  • 15. Şurası kesindir ki, her iki hal de kulun lehinedir. Çünkü kul burada günahının cezasını çekmezse ahirete tehir edilir. Ahiretin cezası ise dünya ile kıyaslanamayacak kadar ağır ve acı olur.
  • 16. Bundan dolayı k â mil insanlar, maruz kaldıkları musibet ve sıkıntıları ‘günahlarının peşin olarak verilen cezasıdır’ diye yorumlayarak; ayrıca bundan sevinç duymuşlar, musibetin içinde yine bir nevi mutluluk hissetmişlerdir…
  • 17. Başa gelen bir kısım musibetlerin, günahların karşılığı olduğuna dair verilen misalde şu olay anlatılır:
  • 18. Sahabeden bir zat, ‘Cahiliye Devri’nde tanıdığı bir kadınla yolda karşılaşır. Ayaküstü sohbetten sonra ayrılıp giden kadının arkasından bakmaya devam eder…
  • 19. Bu sırada önündeki çukura giren ayağı kırılır…
  • 20. Sonra Resulüllah'ın (s.a.v) huzuruna gelerek kadına bakarken ayağının kırıldığını anlatınca, Efendimiz (s.a.v) şöyle bir hatırlatmada bulunur:
  • 21. -Allah, bir kulunu severse onun işlemiş olduğu hatasının cezasını hemen peşin olarak verir, ahirete ertelemez!
  • 22. Böylece kul, burada cezasını çektiğinden ahirete o günahla gitmekten kurtulmuş olur…
  • 23. Demek ki, maruz kaldığımız sıkıntılar işlediğimiz yanlışlarımızın bir bakıma cezasını teşkil ediyorsa, buna da üzülmemek, aksine sevinmek bile mümkün..
  • 24. Ahirete tehir edilmeyip dünyada ödemek söz konusudur çünkü…
  • 25. Küçük ve masumlara gelen sıkıntılar da, onların ilerdeki çekecekleri sıkıntılara bedel bir rahmet olup, ölürlerse manevi şehit, malları ise kendileri hakkında sadaka hükmüne geçer…
  • 26. Asıl korkulacak sıkıntı ve musibet, dine gelen sıkıntı ve musibettir. Bu musibetin insana kazandıracak hiçbir hayır yanı yoktur…
  • 27. Ama dünyevî musibetin verdiği zahmet burada kalır, kazandırdığı rahmet ise ahirete beraber gider...
  • 28. İşte bu farktan dolayıdır ki, hikmet alimi Sehl bin Abdullah'a şikâyette bulunan bir adam "Evime hırsız girmiş, altınlarımızı çalıp götürmüş."deyince şöyle cevap vermiş:
  • 29. - “Bunlar dünyevî musibetlerdir… Ya musibet malına değil de dinine gelse de, Şeytan kafana girip vesvese vererek imanını çalmış olsaydı ne yapacaktın?
  • 30. Asıl musibet bu musibettir. Dini yaşama aşk ve şevkini kaybetme musibeti… Korkacaksanız böyle musibetten korkun!”
  • 31. Günahlar ve haramlar, tövbe edilmezse, ahirette devam edecek sıkıntı ve hastalıklardır.
  • 32. “ Musibet-i diniyeden her vakit dergâh-ı İlâhiyeye iltica edip feryad etmek gerektir. Fakat dinî olmayan musibetler, hakikat noktasında musibet değildirler.
  • 33. Bir kısmı ihtar-ı 鲹âî徱.
  • 34. Nasıl ki çoban, gayrın tarlasına tecavüz eden koyunlarına taş atıp, onlar o taştan hissederler ki, zararlı işten kurtarmak için bir ihtardır, memnunâne dönerler.
  • 35. Öyle de, çok zâhirî musibetler var ki, İlâhî birer ihtar, birer ikazdır. Ve bir kısmı keffâretü'z-zünubdur (günahlara keffarettir).
  • 36. Ve bir kısmı, gafleti dağıtıp, beşerî olan aczini ve zaafını bildirerek bir nevi huzur vermektir…“
  • 37. Sunum: Ahmet Yordam www.yolyordam.com